Bu Blogda Ara

15 Ocak 2010 Cuma

ANKARA İÇİN “AKADEMİK SENARYOLAR”

“AKADEMİK SENARYOLAR”

24 Haziran 2004 Tarihinde yapılan sohbet toplantısı bant çözümü



KATILANLAR: ORHAN KUNTAY (Gazi Üniversitesi, Mühendislik Mimarlık Fakültesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü), EMRE MADRAN (Ortadoğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü), METİN AYGÜN (TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Yayın Koordinasyon Komisyonu Üyesi), NURÇİN ÇELİK (Gazi Üniversitesi, Mühendislik Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü), NURAY BAYRAKTAR (Gazi Üniversitesi, Mühendislik Mimarlık Fakültesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü), SEDVAN TEBER (Bilkent Üniversitesi, Kentsel Tasarım Bölümü), BAYKAN GÜNAY (Ortadoğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü) MEHMET TUNÇER (Şehir Y. Plancısı, Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Doktoru), Alİ CENGİZKAN (Ortadoğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü), GÜLNUR ÖZDAĞLAR GÜVENÇ (TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Yayın Sorumlusu)

NURAY BAYRAKTAR- Hepiniz hoş geldiniz.

Yeni katılan hocalarımız için çok kısa bir açıklama yapayım: Bizim bültenin Temmuz ve Ağustos sayısı ortak bir sayı ve bu sayının dosya konusu da “Ankara Üzerine Senaryolar” olarak belirlendi. Bunun çıkışı da, “bizim de Ankara üzerine söyleyecek sözümüz var” idi aslında, kurgu buydu. Bununla ilgili üç toplantı kurgulandı. İlk toplantı hocalarımızın katılımıyla gerçekleştirilen olan -ki, şimdi ikinci bölümünü yapacağız- “Ankara Üzerine Senaryolar” konulu toplantı.

İkincisi, o da gerçekleşti; “bu Yerel Yönetim Yasa Tasarısı yasallaştığında, Ankara üzerinden neler gelecek, Ankara bu yasa sürecinde nasıl etkilenecek?” konuluydu.

Üçüncü toplantı da, senaryoların dışında, “Ankara üzerine projeler” konuluydu ve bu toplantı da gerçekleşti.

İlk toplantıda ana temalar neler tartışılmış, isterseniz ben onları da şöyle kısaca özetleyeyim: Öncelikle Ankara’daki bu ikili yaşamsal ve mekânsal kurgu üzerinde duruldu, hatta Ankara’nın kuzey ve güney olarak artık ayrıştığını ve bu ayrışmanın giderilmesi anlamında neler yapılması gereği üzerine duruldu ve böyle bir merkez fikri ortaya çıktı, yani Ankara’daki merkezin giderek yoksunlaştığı, merkezin giderek boşaldığı, oysa bu ikili yaşamı bir araya getirebilecek belki tek kurgunun bir merkez kurgusu olabileceği tartışıldı. Belki, bunun üzerinden bir senaryo kurgulanabileceği ifade edildi.

İkinci senaryo altlığı olarak, “modernite acaba Ankara için bir tartışma platformu olabilir mi?” biçiminde konuşuldu.

Üçüncü senaryo altlığı olarak da, “Ankara’da kültürel çok katmanlılık, çok fazla gündemde değil, bunun üzerinden Ankara’ya çok fazla müdahale edilemiyor ve bu kültürel katmanlılık çok ifade edilemiyor. Belki, bir senaryo altlığı da bu olabilir” denildi.

Bir başka senaryo; vadiler, Atatürk Orman Çiftliği üzerinden giden bir tartışmaydı. Dördüncü senaryo altlığı olarak ben aldım; kamu alanlarının geliştirilmesi gerekliliği. Bu ilk senaryo altlığı, yani merkez fikri ve bu kamu alanlarının geliştirilmesi fikri, aslında başlangıçtaki o tartışmanın özüydü, yani güney ve kuzey ayrımı, Ankara’daki bu giderek yoğunlaşan ikili yaşam ve bunun nasıl değişebileceği üzerinden giden bir tartışmanın sonucuydu.

Ben bir de, projeler tartışmasıyla ilgili çok kısaca bir bilgi vermek istiyorum: Ankara üzerine projeler, tartışmada da özellikle bir ana tema üzerinde duruldu, yani kamusal mekânların gerçek anlamda kamunun kullanımına açılması gerektiği, bunun üzerinde çok fazla duruldu. Ankara’daki bu parçacıl yaklaşımların yerine, Ankara’nın bütününü gözeten, bütününü dikkate alan planlama anlayışının gündeme gelmesi gerektiği konuşuldu; son toplantı böyle bir ikili şema üzerinden gitti.

Bu arada, ilk toplantıya katılan hocalarımızdan, gündeme getirdikleri, tartıştıkları konularla ilgili bir yazı hazırlamaları da istendi. Belki, bu daha sonra bir yayına dönüşecek. Şimdi bu tartışmalar bültende ve web sayfasında yer alacak, ama daha düzenli belki bir yayına dönüşme ihtimali var diye konuşuldu ve böyle bir yazı istendi. Sanıyorum, bugünkü toplantıdan sonra da sizlerden böyle bir beklenti olabilecek.

ORHAN KUNTAY- Yeni Belediye Başkanımız bir sürü projeyle ortaya çıktı ve bu projeleri kendisinin yaptığını da söyledi, “teknisyenlere verdim, çizdi” dedi. Sonuçta, seçim yapıldı ve seçimde de yüzde 60 oranında oy aldı. Bu durumda ne yapılır? Benim senaryom önerim bu, yani eğer bu projelerini gerçekleştirmek isterse, biz ne diyeceğiz, bir şey diyebilecek miyiz? “Bir seçim yapılıyor ve seçim sonucunda da bu projeleriyle oy alıyor, böyle bir durumda ne yapılır?” gibi bir konu işlensin diye düşünüyorum, çünkü bu son derece önemli bir konu. “Parası yok, parasızlıktan bir şey yapamayacak” deniliyordu, ama yarın bu projeleri yap-işlet-devret yöntemiyle yaptırmaya kalktığında, nasıl bir durumla karşı karşıya kalacağız? Örneğin, Kızılay’da yayaların yüzeyde dolaşmasını önlemek için, başka altgeçitler yapacağını iddia ediyor ve benzeri birtakım projeler var. Bu konuya özel bir önem verilmesi gerektiğini ve bu konunun işlenmesi gerektiğini savunan bir teklifim var.

Teşekkür ederim.

MEHMET TUNÇER- Bundan yıllar önce Mimarlar Odasının bir kent izleme komisyonu vardı. Bu Kent İzleme Komisyonunda, özellikle Büyükşehir Belediye Başkanının yaptığı ve yapmayı planladığı eylemler izlenerek, özellikle belediyenin içindeki teknokrat plancı arkadaşlardan önceden haber alınarak, eğer bu kötü bir projeyse, kente karşı bir suç işlenecekse, önceden önlem almak, mahkemeye gitmek, çeşitli bilimsel platformlar yaratmak gibi düşünceler geliştirilmişti. Bu herhalde 10 seneyi geçkin bir süre önce ben de toplantılara katılmıştım. Belki, bunu daha aktif hale getirebiliriz, yani kentsel politikalar üretmek ve varolan politikaları izlemek bağlamında, bu çalışmaları aktif olarak yeniden gündeme getirebiliriz diye düşünüyorum.

Teşekkür ederim.

EMRE MADRAN- Bu masa etrafında toplanan veya daha sonra toplanacak olan kişiler, uygulamaya yönelik bir proje de önerme durumundalar. Eğer bu ise olay, bunun uygulama makamı kim? Çünkü, bize bu çağrıyı yapan meslek odamız. Meslek odasının kuruluş adabında, kentle ilgili uygulama yapmak veya okuldan anladığımız anlamda proje üretmek, koruma planı, yeşillendirme, peyzaj, tekrar düzenleme planı yapmak gibi bir olay yok, yani yasasında da yok, çalışma adabında da yok. O zaman burada daha ziyade, üretilen projelere karşı duruş ya da “ne yapılabilir?” diye ilgililere mesaj aktaracak globallikte bir şeyler önerilmesi lazım diye düşünüyorum. Mesela, sevgili Tunçer’in her zamanki titizliğiyle ve ciddiyetiyle, plan ölçeklerini, hatta konumları dahi belirlediği bir önerisi var. Peki, diyelim ki, bu planın yapılmasını mı başka kurumlara önermek durumundayız? O mekanizmayı biraz netleştirmek mümkün mü? Şube Başkanımız Ali Ulusoy’un elinde şöyle bir rapor olacak, o bu raporu koltuğunun altına alacak, muhatabını arayacak. Bu sadece bir deklarasyon olarak mı kalacak, yani süreci bir netleştirmekte fayda var.

Mesela, geçen toplantıda Ankara’nın çok katmanlılığıyla ilgili bir proje ya da bir fikir önermiştim. Bunun açılımını yapmak mümkün, bunu 10 sayfa da yazmak mümkün, 25 sayfalık bir senaryo da mümkün. Öncelikle dergi, derginin Ağustos sayısında bunların haber haline gelme söz konusu. O haberlikte kalacaksa, o çok katmanlı Ankara projesini veya senaryosunu yazmanın adabı başka, bu ileride filanca makamlara ayrıca sunulacak ve birtakım şeyler istenecek bir olaysa, onu o bağlamda düşünmek, yazmak, belge eklemek filan gerekiyor. Biraz usul hakkında oldu galiba, ama onu bir netleştirebilir miyiz?

BAYKAN GÜNAY- Senaryo, vizyon gibi şeylerde, çerçeveyi de çizmek gerekir diye düşünüyorum. Galiba, Ankara’nın varoluşu ve varlığı gibi bir şeyden senaryo çıkarmak lazım, yani böyle gündelik bir mesele değil bu. Kentin eğer kuzey, güneyi ayrılmışsa, bu siyasi bir mesele, ben tutup bunun için bir proje öneremem, yani çok anlamlı da değil. Ama eğer Ankara’nın niçin var edildiğini ortaya koyup, bu varlığın önündeki tehditler ortaya çıkarılırsa, buradan daha iyi bir vizyon ya da senaryo çıkabilir diye düşünüyorum.

Son zamanlarda, son bir iki yıldır oluşmuş kimi başkentleri ziyaret ettim. Kazakistan’da Alma-Ata, Astana ikilisini, geçenlerde Karaçi, İslamabat’a gidemedim, ama bir vesile çalıştım. Yine, Yeni Delhi-Chandigarh ilişkisine şöyle bir baktım. Geçen yıl da Doha üzerinde bazı senaryolar üzerinde durduk. Gözlediğim de şu: İslamabat tümüyle çökmüş bir proje, çünkü İslamabat dağın dibinde, fotoğraflarına bakıyorsunuz, bir tek rahmetli Vedat Dalokay’ın camisi gözüküyor, başka ortada kent falan gözükmüyor. Chandigarh, hepsi de o dönemin mimarlarının şöyle bir değip, geçtikleri yerler, yani o dönemde ne kadar mimar varsa, Chandigarh’la İslamabat’a gitmişler, para almışlarsa yapmışlar, almamışlarsa yapmamışlar ve o şehirler çökmüş, olmamış diye düşünüyorum.

Bildiğim kadarıyla, dünyada üretilmiş yeni başkentler içinde en sağlıklı olanı Ankara. Hem ülke içinde oynadığı rol, hem coğrafi mekânda sağladığı bütünlük açısından başarılı buluyorum. Ne kadar eleştirirsek eleştirelim, doğudan geldiğim zaman, şoför esnafı bile hoşuma gidiyor, adam gibi araba kullandıklarını seziyorum, burada bir kent görüyorum. Dolayısıyla, bozulmaması, yani Ankara’nın korunması gereken özelliği, o kent olabilmesi, o kentin varlığı. Türkiye’de Ankara-İstanbul ikilemine baktığım zaman, Pakistan da şişmiş, Hindistan da şişmiş, Astana tümüyle feodal bir beyin üretmeye çalıştığı bir kent. Alma-Ata, Tienşan dağlarının dibinde, yemyeşil bir şehir, ama bir yerden bir yere arabasız gidemiyorsunuz, çünkü o kadar yeşil ki, yani şöyle bir mekânı yok aslında. Astana, bozkırın ortasında, Kazakistan’ın bütünlüğünü sağlayacağı varsayılan bir sunilik var, yani orada da böyle bir mekân yok ve olacağı da yok. Çünkü, Stalin’in yerine gelen feodal lordun kafasında başka bir dünya var. Böyle baktığım zaman, Ankara’nın en temel problemini, Türkiye’deki entelijansiyayı vareden bir kent olduğu halde bu entelijansiyayı kaybetmesi olduğunu gözlüyorum. Bugün İstanbul bir öncül kenttir, büyük kenttir. Ankara’yla bence organik bir ilişkisi vardır. Ankara’da eğer iktidar bir başkasının eline geçmişse, bunun Ankara’nın mekân kurgusundaki ve sosyal yapısındaki sıkıntılardan kaynaklandığını düşünüyorum. Onun için de Belediye Başkanı oy alıyor, yani buna karşı bir proje olmaz, bu siyasi bir tavırdır. Ama bir üst dil oluşturulacaksa, yineleyeyim, Ankara’nın varlığının sürdürülmesi yönünde üretilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Bir örnek de Doha’dan verip, bitireyim: Biliyorsunuz, dünyada büyük bir yarışma var, bütün kentler birbirleriyle yarışıyorlar. Basra Körfezi’nde göbek Dubai. Dubai’ye karşı bir rekabet var. Doha da bakmış, Dubai’ye karşı böyle ticari bir yarışma götüremiyor, “ben buranın kültür başkenti olayım” demiş, müzeler yapmak istiyor, Arata İzosaki’ye bir milli kütüphane yaptırıyor, Kenzo Tange’ye bir bina yaptırtmış. Orada bir ad koyuyor, “Doha şu olmalıdır” diye. Burada “Ankara ne olmalıdır?” sorusunun önemli bir senaryo olduğunu düşünüyorum.

NURAY BAYRAKTAR- Hocam, aslında tam da sizin söylediğiniz anlamda bir beklentimiz var bizim. Önce bültenle başladık, yani çok mütevazı olarak bültenin bir sayısında, “Ankara ne olmalı, ne olabilir, tartışabilir miyiz?” diye, bunun üzerinden bir tartışma ve bir üst dil oluşturulması, yani bir senaryolar dizisi oluşturulması; bu toplantılardan beklenen bu. Proje tartışması, bir başka toplantı konusu olarak belirlenmişti. Ben bu toplantının başında çok kısa bir bilgi verdim. Öyle bir toplantı yapıldı. Onda daha lokal ölçekte, ama yine “bütüncül olarak Ankara’nın ele alınması gereği, lokal neler yapılabilir, hangi alanlara müdahale edilebilir, bu müdahaleler hangi yöntemle olabilir?” gibi bir tartışma sürdü. Hatta o tartışma şöyle bir noktada bitti: Mimarlar Odası, Mimarlar Derneği, Serbest Mimarlar Derneği bir araya gelerek acaba böyle projeler üzerinden bir çalışma yürütebilir mi? Birtakım üyelerimiz, belli alanlara, bu Konur Sokak olabilir, Kızılay olabilir, Ulus olabilir, problemli alanlara müdahalelerini projeler olarak aktarsalar, bu foruma dönüşse, tartışsak... O toplantı da bu önerildi. Ama şu anda gerçekleştirmekte olduğumuz toplantıdaki asıl tartışma beklentimiz, gerçekten de bu üst dilde oluşacak senaryolar. Yani şu anda Ankara’nın durduğu yer, Ankara’nın resmi aslında hepimizi herhalde çok rahatsız ediyor. Biraz da bu nedenle belki, bu tartışmalar bu kadar yoğun devam etmektedir. O resmin karşısına biz hangi resmi koyacağız? Biraz da galiba o beklentiyle böyle bir tartışma sürecini başlattık.

Galiba, asıl problem, giderek Ankara’nın başkent kimliğini yitirmesi, yani tartışmaların özü, geçen toplantıda da buydu. Bir kez daha isterseniz, o tartışmadan hangi senaryo altlıkları çıktı, onu tekrarlayayım: Merkez senaryosu, yani orada geçen toplantıda tartışılan bir konu, Ankara’nın giderek, hem sanayisini yitirdiği, hem ekonomik olarak ciddi bir kayba uğradığı, nitelikli insan gücü olarak, eğitimli insan gücü olarak, giderek niteliğini kaybettiği, bu anlamda da bir yoksunlaşma yaşadığıydı. Bunun karşısına neler söylenebilir, neler getirilebilir, bunlar yoğun olarak tartışıldı.

Bir başka konu, Ankara’nın moderniteyle çok ilişkilenen bir kent olduğu ve senaryolarımızın yeniden bunun üzerine kurgulanması gerektiğiydi. Bir başka altlık, çok katmanlılıktı, Ankara’nın kültürel yanının çok ön plana çıkarılması gereğiydi. Kamu alanlarının, bu kuzey-güney ayrımını giderecek biçimde belki yeniden tariflenmesi, merkezin ve bu kamu alanlarının buluşma noktası olarak belki yeniden kurgulanması tartışıldı. Bunlar, her biri, bir senaryo altlığı olarak gündeme geldi.

Şöyle bir şey de tartışıldı, bunu da hemen aktarayım: bu tartışmalar ne olacak? Bir kere mimarlık ortamıyla paylaşılacak, yani yayın olduğu için paylaşılacak. Ama onun ötesinde, bunları gerçekten de acaba bu işin başında olan ya da yönetimde olan insanlarla tartışmayı başarabilir miyiz? Tam da sizin ifade ettiğiniz gibi elimizde bir dosya gitsek, tartışsak. “Ankara’ya evet, siz bir şeyler yapıyorsunuz, ama bakın, biz de bunları tartışıyoruz, biz de bunları söylüyoruz.”

Sonuçta, bunlar öncelikle kendi aramızda, mimarlık ortamıyla tartışılacak, paylaşılacak, hem web ortamında, hem kitap olarak, hem bülten olarak, hem de ilgili nerelerse, oralara bir şekilde raporlar halinde mutlaka aktarılacak. Ayrıca, Ekim ayında bir bienal yapılması kurgulanıyor, bütün tartışmalar, orada belki başka platformlarda da aktarılacak, daha geniş ortamlara, yani mimarlığın dışındaki ortamlarla da belki paylaşılma fırsatı bulunacak; böyle bir süreçteyiz.

EMRE MADRAN- Ankara’nın niteliklerini yitirmeden, başkent kimliğini veya kent kimliğini korumanın önemli bir girdi olduğunu hazerun kabul etmiş idi. Hakikaten son katmanı Ankara’nın diğer katmanlarını yemeye başladı, açıkçası böyle bir tehlike de ortaya çıkıyor. Eski Sümerbank’ın arkasındaki Roma Yolu’nu son katman yedi, Roma katmanını Cumhuriyet katmanı yedi, yani fiilen yedi, fiziken yedi. Çok katmanlılık olayı, Ankara’nın başlı başına bir senaryosu olamaz; ama kurulacak senaryolara altlık teşkil edip, onlara veri oluşturabilir. Baykan Günay’in, “Doha kültür başkenti olmaya soyunuyor” demesi, suni bir olay anlattığı kadarıyla, suni bir oluşum, bir gün böyle bir karar vermişler. Ama Ankara, birdenbire “ben kültür başkenti olayım” kararını vermek durumunda değil. Zaten bu çok katmanlılık bilgisi kullanıldığı takdirde, ona doğru gidebilir, bunun aracıdır o. Dolayısıyla, bu bir senaryo değildir de, eğer kültür başkenti diye bir senaryoya ağırlık verilecekse, bu çalışma, hazırlık, ona altlık olarak kullanılır.

BAYKAN GÜNAY- Birinci katman Roma Ankara’sı. Avrupa’ya girdik, ama Ankara’nın Roma’sını bilmiyoruz. Asteriks’in çizerleri gibi Roma Ankara’sını çizerseniz iyi olur.

EMRE MADRAN- Sevgili Günay, zaten aklımıza gelen oydu, Ankara’nın bir resmini çıkartmak. Bu bir haritayla desteklenebilir, fotoğraflarla desteklenebilir. Ankara, Anadolu’nun birçok kentinde olduğu gibi, çok katmanlı bir kenttir, çok önemli bir öğedir bu. Bizim bunun hepsini okuyor olmamız lazım. Hiçbir katman diğerini yok edecek bir hakka sahip değildir, hiçbir kültür diğerine baskın değildir, her kültür yaşamaya layıktır. Ama benim sevgili hocama demek istediğim, bu bir senaryo olamaz. Bu, başka bir üst senaryo başlığına veri teşkil edecektir, veridir bu, bu kullanılır. “Çok katmanlılık, kültür başkenti olmanın gereklerinden biridir” denilir, kullanılır. O yüzden, bültende böyle bir, yani “senaryolar” diye bir bölüm, arkasından da “bunlara yönelik veriler veya araçlar” diye bir bölüm olursa, çok katmanlılığın bir senaryo olmadığı belki, oluşacak başka olaylara veri teşkil edeceği ortaya çıkar.

“Kültür başkenti Ankara” sözcüğünün kabul görmesi halinde, bunu destekleyecek başka alt veri tabanlarını oluşturmak tabii ki mümkün. Mesela, bağ evleri, Ankara’nın kırsal yaşamını bize anlatan, ama artık anlatamayan, maalesef parsel bazında kalmış, etrafı kuşatılmış evlerdir. Ankara’nın kırsalının bugün kentsel hale gelip, bizim eski Ankara kırsalını bir türlü izleyemediğimiz ortaya konabilir. Keçiören’deki bütün bağ evleri, apartman arasında birer parsel olarak kaldı, hissedemiyorsunuz, Ankara’nın Keçiören’i bitti. Bu bağlamda, o bir altlık olabilir.

Diplomatik vadi, büyükelçilikler meselesi. O, Ankara’nın kentsel oluşumunda çok önemli bir kararmış. Kitaplardan okudum, bildiğim bir olay değil. O aksı prestij aksı olarak oluşturup, “Cumhurbaşkanına giden yolda yer alır büyükelçilikler” esprisi getirilmiş. Bu da mesela, bir altlık olur. Ama bunun üzerinde bir senaryosu olması lazım diye düşünüyorum.

MEHMET TUNCER- Bu kültür başkenti ve kültürel altyapıyı sanırım çok abartıyoruz, çünkü şu anda metropoliten Ankara’nın, sağa, sola, doğuya, batıya uzanan 45-50 kilometrelik akslarına baktığınız zaman, burada pek kültürden söz etmek de mümkün değil gibi görünüyor bana. Mesela, Kazan, İncek, Ballıpınar, Alaçatlı, Eryaman, Çayyolu, Hasanoğlan, Mamak; bunlar yeni gelişmekte olan, daha doğrusu eskiden gecekondu işgali altında olup, sonra ıslah planları adı altında yıkılarak, çok katlı yenilenmeye açılan alanlar. Kimisi de planlı ve yok edilmekte olan kırsal bir doku var, tarım toprakları var, su havzaları var, tarımsal araziler var, yerel kültür var. Bunları bence, senaryomuza katmak gerekir diye düşünüyorum. Tabii, Ulus ,Kale ve eski Ankara, 150-200 hektarlık bir alan için bu kültür başkenti Ankara, geçerli, hadi ona Yenişehir’i de katalım, 300-400 hektar. Yani binlerce hektara yayılmış bir Ankara, Çevre Yolu’nun içini düşünürseniz, büyük bir Ankara ile karşı karşıyayız ve bu büyük Ankara, demin Orhan hocanın söylediği, yüzde 40-50 oyu vererek Büyükşehir Belediye Başkanını seçiyor. Bence, senaryo geliştirirken, “varoşlar” denilen, gecekondu olarak nitelendirilen, kentin yüzde 40’ı, yüzde 60’ına ulaşan kaçak ve düzensiz yapılaşma ve daha sonra onun üstüne belediyeler tarafından getirilen ıslah planlarını da bence çok önemle senaryoya katmak gerekir. Bu ıslah planları nasıl ıslah ediyor? Varolan düşük yoğunluklu gecekondu bölgelerini, yeşil alanları yok edip, 8-10 kata kadar çıkan çok yoğun yapılaşmalar getiriyor. Bakın, Çukurambarlar’ın o güzel yeşil dokusu yok oldu. Bunun gibi, Keçiören, Emre hocamın söylediği gibi, bağ evlerini de tahrip eden şekilde bir yoğunlaşma gösteriyor ve yeşil doku kalmıyor, toprak gidiyor, havzalar gidiyor. Topografyanın uygun olmadığı bölgelerde gecekondular yapılıyor, sonra bunların yerine 5 katlı, 7 katlı apartmanlaşma, yoğun yapılaşma başlıyor. Ankara şu anda, gelecekte çok daha büyük sorunlara yol açacak bir ıslah planlaması süreci yaşıyor.

Ben bu “Yeşil Senaryo”yu herkese dağıttım. Bunun önünde bir 10 sayfa var, onu da herhalde arkadaşlar internete koyacaklarmış, teşekkür ediyorum. O 10 sayfa hem tarihsel çevre, hem doğal çevre, hem bahçeli evler, hem de bu gecekondu alanlarının nasıl yok edilip, apartman kültürünün yaygınlaştırıldığına ilişkin. Burada da, yeşil ve ekolojik politikayı önermek istiyorum. Bunu herkes okur herhalde. Makro bir planlama süreci önermek gerekiyor. Mimarlar Odası olarak, Şehir Plancıları Odasıyla belki işbirliği içinde, kentin sahibi Büyükşehir Belediyesi ve diğer ilçe belediyelerine yönelik birtakım öngörülerde bulunmak gerekir. Şu anda başkent Ankara’nın bir makro planı yok. Makro planı olmadığı gibi, bu lokal, küçük planlamalarla, doğal değerler ağırlıklı olarak yok edilmekte, bunun önüne geçecek birtakım öngörüler sunmak gerekir diye düşünüyorum.

Teşekkür ederim.

SEDVAN TEBER- Doğrusu, hep bir görüşe bağlı olarak geliyoruz ve ona zor karşı çıkıyoruz. Bunlardan biri, koruma alanları. Bunu yaparken de, öngörülerimizi koyabilmiş olsak bari. Bir şeyi kaybederken başka şeyi kazanırsınız. Onu da kazanmıyoruz. Bunun için de, bu iki görüşün biraz çekişmesi var diye düşünüyorum.

Uybadin Planına alınmamış, boş bırakılmış vadiler, korunmaları amacıyla plana dahil edilmemiştir. Jansen Planında da öyledir. Ancak sonunda, onların üzerine doğru bir kentsel karar, kent kullanımlı, etkin kullanımlı bir karar getirmediğimiz için, hepsini kaybetmişizdir. AOÇ duruyor gibi gözüküyor. Çok büyük bir alan, fakat onun da kentsel kullanımı yoktur, bölük pörçüktür, yarısına yakınını hiç istemediğimiz kullanımlarla doldurulmuştur. Aynı şekilde, kurumların sahip olduğu alanlar da buna dahildir; ODTÜ, Hacettepe, Bilkent dahildir, askeri alanlar dahildir. Bizim yerleşim alanlarımız çok gevşek olarak, uzaklara yayılmışlardır. O uzaklarda da kentsel bir şey düşünülmüş müdür? Hayır, onlar merkeze bağımlı olacakları için, orada bir kentsel yaşam odağı hiçbir zaman öngörmemişiz. Kentli miyiz, köylü müyüz; yaşadığımız yerde kente ilişkin hiçbir şey yok, sonunda işyerimiz ile evimizin arasında geçirdiğimiz bir hayat. Ankara’da belli bir kentsel dokuyu, yoğunluğu öngörmediğimiz için veyahut bunların yeniden yapılanması sürecinde müdahil olmadığımız için,Ankara çok dağınık, ne olduğu belli olmayan, bir kent olmayan, ama belli bir nüfusu, iyi ya da kötü bir yerde toplamış. Bir yığılmadan söz edildi, kuzeyi, güneyi… Güneyi de kendi içinde kim bilir kaç parçadır, kuzeyi de keza öyle. Birbirimizle karşılaşmayız, ama belirli bir coğrafyanın içinde toplanmışızdır.

Hangi plan döneminde yaptılarsa, Eskişehir Yolu’nu açarken, askeri arazinin üzerinden geçip, Kara Kuvvetlerinin arasından yol açılabilmiştir, oradan geçilebilmiştir; ama bugün hiçbir plan girişiminde o cesareti gösteremeyiz. ODTÜ içinden geçen yolu açamamışızdır, kurumsal direniş vardır.

Orman Çiftliği için, Mimarlar Odasının da etkisiyle, kuvvetli bir koruma isteğindeyiz. Tabii, ben de karşıyım spor derneklerine falan bağışlanmasına; ama istediğimiz kadar koruyalım, Türk Traktör oradadır, Ankara oto sanayicileri onun içine girmiştir, binbir türlü kullanım da onun içine girmiştir ve bu kullanımlar böyle birbirlerinden bağımsız geldikleri için, kentsel strüktürün içine de katılmamışlardır. Hep sonradan önümüzü tıkayacak, korumayı da beceremediğimiz şeyler yaratıyoruz. O konuda acaba, biraz profili düşürmek daha mı uygundur? Mesela, Baykan’ın söylediği şey hakikaten öyledir, çok fazla böbürlenmeye gerek yoktur. Belki, bir zamanlar Cumhuriyetin başkenti olması hesabıyla bir önemi vardı, ama bugün İstanbul aldı başını gidiyor, Marmara Bölgesi aldı başını gidiyor, kıyıların kendi çaplarında önemleri oluyor. Ankara’nın global olma şansı çok zayıf. Biraz profili düşürsün, ama yaşanabilir bir kent olmayı becerebilse yeter. Nüfusu kaçsa, 3 milyon, 4 milyon, ne zaman ne kadar olacaksa, ona çaba göstersin. Yani bütün dünya çapında birşey olmaya çalışmasa da olabilir. Dünyaya yönelik global bir kenttir, Türkiye ya da Ortadoğu’ya aittir ya da bölgesine ait bir yerdir; bu da böyle kabullenilebilir. Onun için de dışarıya yönelik bir koruma yerine, kendi içindeki alanlarını, değerlerini korumalıdır. Biraz kendine dönük bir kent olabilse yeter diye düşünüyorum.

METİN AYGÜN- Özellikle Mehmet Tunçer’in metnini gördükten sonra konuşmaya karar verdim. Bir kısmını Sedvan söyledi. Kentler, biraz önce Baykan hocanın da vurguladığı gibi, iktidarla ve hayatla iç içe gelişen mekânlar. Dolayısıyla, Ankara’yı analiz ederken, şüphesiz Cumhuriyetin kuruluşuyla paralel bir gelişme süreci yaşadığı, aynı zamanda Cumhuriyetin geçirmiş olduğu kültürel, ekonomik ve siyasi değişimlere de paralel bir süreç yaşadığı ortada. Burada bir “Yeşil Senaryo” önerisi var. Bence, sorgulanması gereken çok önemli bir şey bu planlama ideolojileridir. Mesela, sürdürülebilirlik, neyin sürdürülebilmesi, koruma, neyin korunması? Mesela, Beypazarı örneği, bütün koruma politikalarına rağmen gelişmiş örnektir ve üzerinde çok durulması gereken bir örnektir. Acaba, çevreci önermeler de bir soruşturmaya muhtaç değil mi? Onun dışında, bu nazım planlar gibi önermelerin de kendi içinde bir soruşturmaya ihtiyacı var gibi geliyor bana.

Bir bakıma, benim senaryom, acaba kentlerde mekânın oluşma süreçlerine kentlinin katılma süreçlerinin demokratikleştirilmesi. Şu anda kentlerdeki örgütlenme düzeyini, anlayışını, mekân ideolojilerinin şu andaki halini, mesela apartmanlaşmayı, gecekondudan apartmana dönüşümü, belki bir plancı olarak ya da tasarlayan veya yöneten olarak biz uygun bulmayabiliriz; ama yaşayanlar, acaba kentliler bu olayı nasıl algılıyor, bu önemli. Ankara’nın bütün dereleri kapatılıp pazaryeri yapıldı biliyoruz, hepsini yaşadık ve alkışlarla yapıldı.

Özetle şunu söylemek istiyorum: Kentle iktidarın ilişkisi, kentle kentlinin ilişkisi çok soruşturulmaya muhtaç bir halde. Beypazarı’nda Belediye Başkanından öğrendiğimize göre, 70 tescilli bina var, ama 3 500 adet, bir şekilde hayata katılmış bina var. Belki, mimarların, plancıların ya da korumacıların istediği standartta olmayabilir, ama bir şekilde yaşayan bir doku var. Çevre konusunda da, özellikle bu sürdürülebilirlik meselesinin tartışılması lazım, yani biz neyi sürdüreceğiz?

Mehmet beyin önermelerini şöyle hızlı bir şekilde okudum, merkezi planlama anlayışıyla oluşturulmuş önermeler gibi geldi bana. Benim başlığım da, olabilecekse tabii, kent mekânının oluşumunda, kentlinin katılımını nasıl sağlarız, o süreçlerin demokratikleşmesi için neler yapabiliriz? Hele hele son günlerde Yerel Yönetim Yasası gibi bir sürü yasa geçiyor. Görülen o ki, yerel yönetimler çok ciddi yetkilere sahip olacaklar; ama kentli, bu haliyle bu süreçlere pek katılabilecekmiş gibi görünmüyor. Bunlar üzerinde biraz duralım.

MEHMET TUNCER- Cevap hakkı doğduğuna göre, Metin arkadaşımız “soruşturmaya ihtiyacı var” dediğine göre, biz de hakikaten bir soruşturalım. Mesela, acaba bu sürdürülebilirlik nedir? Sürdürülebilirlik, süründürülebilirlikten daha öte bir şey, yani doğru dürüst yaşanabilecek çağdaş bir kent ortamı ve doğal çevrenin korunması, tarihsel, kültürel çevrenin korunması demek, benim kafamdaki şey bu.

Son zamanlarda her ay Ürdün’e gidiyorum. Amman’da uçaktan inerken görüyorum, Amman’ın doğusu ve güneyi çöl. Eğer biz Anadolu’da, İç Anadolu’da, Ankara’da sürdürülebilir bir planlama yapıp da, doğal çevreyi, su havzalarını, tarım topraklarını korumazsak, geleceğimiz öyledir. Bunu merkeziyetçi diye de nitelendirebilirsiniz, ama katılımlı bir planlama da yapılabilir. Biraz böyle heyecanlı konuşuyorum, ama eğer hakikaten biz çölleşmek istemiyorsak, gelecek kuşaklara en azından üstü kapatılmamış dereler ya da korunmuş vadiler bırakabilmeliyiz. Çayyolu’ndaki o çayın ortasına 12 katlı bloklar yapılıyor, en çürük zemin olan bir yerde böyle bir şey nasıl olur? Olacak iş değil, bu ne biçim planlamadır ya da bu ne biçim bir uygulamadır; açıkçası bunu kimse sorgulamıyor. Çukurambarlar keza öyle. Çukurambarlar’da biz talebeyken, plan yaptık, ikinci sınıftaydım, 5 kat verenler kaldı. Niye? Yoğun yapılaşma getirip, oradaki yeşil dokuyu yok ettiler diye. Şimdi gidin bakın; 12, 15 kat ve dip dibeler. Çukurambarlar, o tepeler hariç, zaten çürük bir zemin. Bunun bir benzeri Keçiören’de, Etlik’te. Ben gecekonduyu çok seven bir insan değilim, tabii ki sağlıklaştırılması gereken bir çevredir; ama sağlıklaştırırken, aşırı yoğun bir dokuya gitmemek lazım, spekülatörlere rant vermemek lazım. Eskiden müteahhitler arsa sahibiyle anlaşıp, “3 daire sana, 5 daire bana” diye 8 daireyle yetiniyorlardı. Şimdi emin olun, 40 daireden aşağıya kimse bina yapmıyor. Demek ki, kentsel toprak spekülasyonu aşırı bir durum almıştır ve belediyeler de buna araç olmaktadır. Özellikle ıslah planları bence, Ankara’nın en büyük derdidir. Aşırı yoğunlaşma ve oradaki altyapı sorunlarını düşünün, gelecekteki hava kirliliğini, otopark sorunlarını düşünün, 10 katlı blok yapıyorlar, otopark yapmıyorlar, otopark parası ödüyorlar. Bahçelievler’de biz bunu yaşıyoruz, 5 katlı, 6 katlı çevrelerde araçtan yürünmez oldu. Bu 12 katlı, 15 katlı blokların oluştuğu çevrelerde acaba nasıl bir yaşantı olacak? Bence, sürdürülebilirliğin temeli, doğru dürüst insan ölçeğinde yaşam çevresi oluşturmak, planlamak. Bunu isterse merkeziyetçi, Büyükşehir Belediyesi yapsın, ama diğer belediyelerle işbirliği içinde bir makro plan yapılsın. Çevredeki gelişmeleri denetleyecek bir makro plana ihtiyaç var, onaylı bir plana ihtiyaç var. Böyle parçacı mevzi planlarla gide gide, Temelli’ye kadar ulaştık. Yakında Polatlı’yla birleşeceğiz herhalde, bunun sonu nedir bilemiyorum.

METİN AYGÜN- Ben bir şeye dikkat çekmek istiyorum: Çok ayrıntılı tahlillere de girmek istemiyorum, ama mesela, apartmanlaşma olgusu ya da küçük müteahhit olgusu ya da küçük sermayenin kentte etkinliği, 1950’li yıllarda başlayıp, şu yıllarda da sonuçlanan bir süreçtir, yani apartman ve gecekondu olgusu, Türkiye’deki ekonomik ve siyasi değişimin kente yansımasıdır. Bütün bu süreçleri göz ardı ederek, mükemmel bir planla bir kenti dizginleyip, eyer vurmak, oldukça zor bir şeydir. Bu soruşturmadan kasıt, bu tür planlama ideolojilerinin, yani bu tür meslek ideolojilerinin aslında sonuçta hüsranla biteceğini göstermektir.

Kapitalist sistemin bu haliyle, yeniden üretilmesini önermek midir? Ben “sürdürülebilirlik nedir?” diye sorduğumda, otomobillerin sürekli bu şekilde üretilmesini önermek midir, gerçekten biraz düşünmemiz gerekiyor, neyi sürdürdüğümüzü sorgulamamız gerekiyor. Birtakım önermelerde bulunurken, tabii bunun bir arka planı olması lazım. Son süreçlerde sürekli tartışıyoruz, artık ciddi olarak büyük sermayenin kentlerle ilgilendiği bir döneme girdi Türkiye. Bu İstanbul’da çok bariz bir şekilde görülüyor ve Ankara’da da bu süreçler yakında başlayacaktır. Batıkent gibi, Çayyolu gibi, kooperatif inisiyatifleriyle, küçük sermayelerin bir araya gelmesiyle oluşmuş olan konut çevreleri, belli bir süre sonra oluşamaz hale gelecektir; bu benim öngörüm tabii. Zamanla kentin eskimiş alanlarının, başka tür işlevler için belli gruplara devri sürecine girilmiştir. Mesela, Ankara girişi, özel kanunla yapıldı. Kent toprakları artık sterilize edilecek, insanlar tekrardan bir yerlere depo edilecek. Dolayısıyla, değişen birtakım süreçler var. Bu süreçler içerisinde çevre faktörü şüphesiz devreye girmelidir, ama talebimiz nedir, yani neyi sürdürmeyi planlıyoruz? O açıdan üzerinde durmak istedim.

Demokratikleşme meselesi, mekânın kullanımına kentlinin katılımı bence çok önemli. Belki birtakım model önerileri Mimarlar Odasından çıkabilir, yani kentli hakikaten kendi mahallesine, çevresine dair söz sahibi olabilir. Sadece oyunu atıp da, belediyeye temsilcilerini gönderip de, “hadi sen artık en iyisini yap” sürecinden, nasıl daha farklı bir sürece olay taşınabilir? Bu konu üzerinde biraz kafa yormak lazım. Nitekim, Ankara’da bazı deneyler vardı. Ama nasıl oldu onlar, hangi aşamadalar? Yeni bir dernekleşme olmuş galiba, belediyenin el değiştirmesi üzerine… Okulda da hep gündeme gelirdi; “mimar çevresini oluşturur, değiştirir, inşa eder, kültürel yapıyı da inşa eder, mimar her şeyi yapar”. Böyle bir şey yok. Dönüp dolaşıp, bu meslek ideolojilerinin öyle tehlikeli bir tarafı var.

NURÇİN ÇİÇEK- Geçen toplantının sonunda birtakım başlıklar ortaya konulmuştu. Nuray hanım bunları yeniden dile getirdi. Emre hocanın da çok üstünde durduğu bir konu vardı, katmanlaşma denildi, duruldu. Ben şimdi bu senaryonun başlangıç aşamasına bir daha bir geri dönelim diye düşünüyorum. Sebebi de şu: Sonuçta önümüzde bir bülten var. O bültende yayınlanmasını, daha doğrusu bu camiayla paylaşmayı arzu ettiğimiz birtakım şeyler var, onlar henüz çok netleşemedi. Ankara’nın sahip olduğu değerlerin -bu değerleri hep olumlu değerler, kültürel değerler anlamında söylemiyorum- olumsuz olan da ne varsa, bu bir anlamda mevcut durumun tespiti, çünkü ortaya senaryo koyabilmemiz, hakikaten önce varolan durumun değerlendirilmesiyle mümkün olabilecek. Birtakım sıkıntılar var, bunu hepimiz kabul ediyoruz. Birtakım değil, pek çok sıkıntı var, pek çok aşamada sıkıntı var. Bunlar da başlık olarak pek çok kere zaten ortaya konuldu. Acaba, başlangıç olarak, bu ortaya konulan başlıklara dair kısa metinler hazırlanıp, bültende bu başlıkları camiaya duyurup, camianın bu konudaki görüşlerini alıp, ondan sonra her bir konu başlı başına bir tartışma, bir panel yapılabilir mi? En son, bütün bunlar toplanıp, belli bir sonuca ulaşılabilir mi?

Ben buraya gelmeden önce, kendi çapımda minik bir hazırlık yapma gayretine düştüm. Geçen toplantının çok güzel bir şeyi vardı: Ankaralı kim? Hep kent üzerinden gittik, bir Ankara var, bir de o Ankara’nın sahibi olan Ankaralı var. Ankaralı kim? “Ankaralı kim?” derken, bunun karşılığı, Ankara’nın demografik yapısı mı, Ankara’ya sonradan göç eden grup mu, Ankara’nın kuzeyi mi, güneyi mi? Problem yaşanıyorsa, belki problemin en büyük nedeni, Ankaralının, “Ankaralıyım” diyenin ya da Ankara’da yaşayanın, Ankara’ya ne ölçüde sahip çıktığı. Biraz önce hocamızın verdiği çok güzel bir örnek verdi, -kentin ismini hatırlamıyorum- “oranın bir lordu var, lordun kafasındaki senaryo neyse, o kentte yaşanır” diye. Bizde de aslında durum çok farklı değil ki, oranın lordu vardı, bizim de Belediye Başkanımız var. Belediyenin Başkanının seçimlerden önce kafasında birtakım senaryolar, hayaller vardı, bunu ortaya sundu, Ankaralı da kabul etti gibi görünüyor.

Bir de, hocamızın söylediği, çok güzel bir sözdü o; doğru dürüst yaşanabilecek kent mekânları yaratmak. “Doğru dürüst”ten kastımız ne? Bizim için doğru dürüst olan, aslında Ankara’nın geneli için çok doğru dürüst değil. Benim doktora tezimin konusu, Ankara Kalesi’ydi ve ben Kale’de hemen hemen her haneye girip, bir anket çalışması yaptım. Doğru dürüst mekân ya da Ankaralının yaşamayı arzu ettiği mekânlar konusuna örnek olabileceğini düşündüğüm için, o anket çalışmasından çok küçük bir örnek sunmak istiyorum: Malatya’dan göç etmiş bir aile, ailenin hanımıyla konuşuyoruz. Pek çok soru sordum, her birine birbirinden farklı cevaplar aldım. En son soru, “Bu bölgeyle ilgili bir şikâyetiniz var mı, nelerden şikâyetçisiniz, memnun olmadığınız neler var?” sorusunun karşılığı, “ben her şeyden memnunum, burada çok mutluyum” dedi. O evin bir üst katına çıktım, aynı çatı altında 7 hane yaşıyor. O hanelerden birindeki hanım, “en büyük şikâyetimiz su, suyu biz avludan taşıyoruz, evin içinde suyumuz yok” dedi. O zaman alt kata geri dönüp, “sizin evinizde su bile yokmuş, sen her şeyden memnun olduğunu söylüyorsun” dedim, “Ama benim geldiğim yerde, su 5 kilometre öteden taşınıyordu. Kapının önünden alıyorum, ben çok mutluyum” dedi. O zaman bu durumda bizim Ankaralı için önereceğimiz mekânsal kalite de bir anlamda göreceli, yani halkın bir beklentisi var ve o beklenti bir şekilde sağlanıyor, onlar da mutlu yaşıyorlar. Bugünkü yönetimin karşılığı ya da açıklaması da belki bu, yani onlar mutlu aslında, çok mutsuz değiller. Mutsuz olan biziz, onlar değil.

Gecekondudan, apartmanlaşmaya dönüşümün olduğu Hisar, geçici konaklama bölgesi, insanlar Ankara dışından geliyor, bir süre maddi durumunu düzeltiyor, sonra onlar için daha olumlu, daha iyi kabul edilebilecek semtlere taşınıyorlar. Onlar için geldikleri ortama göre, elde ettikleri ortam daha avantajlı, o yüzden mutlular. O zaman halkın beklenti seviyesini yükseltmek lazım. Bunun da çözümü eğitim. Toplum, kentli, bir şekilde eğitilerek, beklenti seviyesi yükseltilecek ki, o zaman yöneticilerin saçma sapan önerilerini ya da hayallerini bu kadar kolay benimsemesinler, kabullenemesinler. Belki, senaryolar konusunda bir başlık da bu olabilir. Eğitim yoluyla bir şeyler başarabilir miyiz, birtakım artılar elde edebiliriz ya da bizim birtakım artılarımız vardı zaten de, onlar bir şekilde yok mu oldu, ne oldu da bu seviyelere gelindi? Bu da aslında bir anlamda bir tespit çalışması, olumsuz ya da olumsuz varolanın ortaya konulması.

ALİ CENGİZKAN- Ben doğrudan konuya girmek değil de, aklımdakileri sizlerle paylaşmak isteyeceğim. Biraz belki faydacı bir yapım var, onun için de şu genel noktadan başlayacağım: Herhangi bir senaryo aslında, ne yapılacağına ilişkin şeyler kadar, nasıl yapılacağı, aktörlerin kim olduğuyla da ilgili bir konu. Dolayısıyla, buna şu açıdan baktığımızda, niçin Mimarlar Odası Ankara Şubesi senaryo geliştirmek için birtakım insanları yan yana getiriyor? Fazla didaktik olmak istemiyorum, ama orada istesek de, istemesek de şöyle bir şey var: Kentin sahibi ya da kenti belli bir dönem için teslim ettiğimiz belde yönetimi, belediye, aslında bu senaryoları kendiliğinden üretmekle yükümlü olan bir yer. Ayrıntılarına girmeye gerek yok, belediye yönetimi, son iki dönemdir olumlu olumsuz herhangi bir senaryo üretmeyen bir kurum haline geldi, bunu da biliyoruz. Belki, Emre beyin ortaya attığı çalışmayla çakışan bir öncül şeyi var, yani şu ana kadarki belediye yönetimlerinin senaryolarını, programlarını yan yana getirelim, bu bize bir ham karşılaştırma olanağı verecek, ondan sonra bir şeyler söyleyebiliriz. Ama şu andan zaten hissediyoruz ki, bizi bu noktaya iten şey senaryosuzluk, yani bizim adımıza, sadece uzmanlar grubu adına değil, kentli adına düşünen kimse yok hissi. Böyle düşününce de, biraz kendimize yönelik iğne ya da çuvaldız konusu, böyle bir şey, Ankara için senaryolar üretmek aslında Ankara Şubesinin misyonu arasında yer alması gereken bir şey. Bir bültende konu edinip, enine, boyuna tartışıp, ondan sonraki iki ay unutulmasını getirecek bir şey değil de, sürekli takip edilen konular halinde tutmak, sürekli sıcak tutmak gerekir.

Bununla ilgili ikinci nokta belki şurada çıkıyor: Söylenenlerin hepsinde katıldığım noktalar var, ama mesela, kimliği öne atmak yerine, yani “Ankara şöyle bir kent olmalı, yeşil bir kent olmalı, eski misyonunu tekrar sahiplenmeli, Anadolu coğrafyasındaki gücünü tekrar kazanmalı” gibi bir üst çerçeve yerine, aslında içerden hissettiğimiz ve “belediye başkanı olsak, burası için düşünen bir grubun parçası olsak, neler düşünürdük?”den hareket etmek daha doğru gibi geliyor bana. Bunun üst dili şöyle ya da böyle kurulabilir, çünkü mesela, değişim bütün Türkiye kentlerinde var, dönüşüm de bütün Türkiye kentlerinde var. Üç aşağı beş yukarı, son 20-30 yılda üçe, beşe katlanan nüfus olgusu, çoğu bölge merkezi olabilen kentler de var. Değişik nedenlerle, bunları tartışabiliriz; göçler, siyasal konular, bazen hâlâ ekonomik konular, büyük bir merkezin çekimi filan gibi olgular. Ama onlar değil de, Ankara’dan baktığımızda, Ankara’da yaşayan, Ankara üzerine düşünen kişiler olarak baktığımızda, sorun olduğunu hissettiğimiz noktalardan gitmek daha sağlıklı olur gibi hissediyorum. Hatta böyle bir çerçeve içinde “AOÇ’yi yeşil alan olarak koruyalım, kurtaralım” savı bile, yine üst dil ve acaba bizim şimdilik askıda tutmamız gereken bir sav mı olmalı? Şöyle şeyler daha ilerlenebilir konular gibi geliyor: Kent büyüdükçe, kentin merkezindeki alanların dönüşmesi gerekiyor. Bakıyoruz, doğal halinde, boşalıyorlar, dönüşemiyorlar ya da dışarıdan zorla, özelleştirmeyle ya da başka kavramlarla, zorla dönüşüyor ve belli bir planı, programı olmadan dönüşüyorlar. Dolayısıyla, makro ölçekteki plan olsa bile, onu ekarte eden bir şekilde gerçekleşen bir değişim oluyor, parçacıl değişimler, yani birbirini fark etmeyen, ayırdında olmayan parçacıl değişimlerle, olmayan bir bütünlüğe doğru gidiliyor. Burada tabii, mimar ve plancılar olarak kendimizi de eleştirilebiliriz. Ankara’nın Çevre Yolu yapıldı, ama Çevre Yolu’nun her iki tarafındaki arazinin ve arsanın planlaması yapılmadı, yani kentsel kamu rantına nasıl dönüşeceğinin planlaması yapılmadı. Buna da kentsel çevreyi okuyarak yargıda bulunuyorum, yani biraz kestirme yargılar bunlar, hepsi tartışılabilir.

Çok geçmişte, değişik plan dönemlerinde alınmış kararların, bütün bu dönüşüm içindeki tekrar gözden geçirilebilirliği hatırlanmadı, hatırlanmıyor. Mesela, Ankara’nın mezarlığı hâlâ aynı yerde, büyüyor Allah büyüyor; tıpkı Ankara’nın otogarının da yarışmayla ve planlı bir biçimde büyüdüğü ve tek bir merkezde kaldığı gibi. Halbuki bunlar, belediye yönetiminin daha uzun vizyonlu, daha uzman görüşü çerçevesinde kurması gereken olgular değil midir? Bir kent 300 bin nüfusa sahipken tek bir mezarlığı olabilir belki, ama 3 ya da 6 milyon nüfusu sahipken, belki 10 mezarlığı vardır. 1930’lardaki Hıfzısıhha Kanunu konulduğu zamanki ölü gömme, mezarlık ve defin konularıyla 2004’teki defin, ölü gömme konuları arasında dağlar kadar fark vardır. Böyle noktasal hareket ettiğimizde, mesela en “maneviyatçı” belde yönetiminin, mezara gidiş-geliş konusunda herhangi bir düşünce geliştirmediğini görüyoruz. Bakımını, defini, şunu, bunu geçtik, bu çok kentli bir şey, yani bir kent yaşadığı gibi ölüyor da, yani ölüsünü gömüyor da, ona ilişkin bir düşünce yok. Kuşkusuz, bunların kendi aralarında öncelikler, koşutluklar vardır, yani hepsi bir yanda. Dolayısıyla, belki üretilecek senaryoların da bir ortak ölçeğinin olması lazım. O ölçeklere belli öncelikler, sonralıklar verilmesi gerekiyor diye düşünüyorum. Böyle gidilirse, mesleki olarak yaptığımız hataların daha kolay farkına varırız gibi geliyor, yani bütün bunların altında yine mesela, ideolojik bir farklılaşma olarak şu yatıyor: 1980’den sonra mimarlık disiplininin, ülke yönetimi nezdindeki itibar yitimi nedeniyle, erkle olan ilişkilerinde de kopma, yani böyle bir sorun da var. Belki, hepimizin duyduğu aşağılık duygusu da, kendi konumlarımızda farklı şeylere, farklı tepkilere ya da çok tepkisel olarak bazı projeler, senaryolar geliştirmemizi de getiriyor, öyle düşünüyorum. Bütün bunun içinde, doğrusu Metin Aygün’ün söylediği, kente katılma, kentlileşme, kentli olma, kentli hissetme konusunun da yeri var. Böyle bir olgu, kentin biçimlenmesinde de karar alıcı ya da karar verici bir noktaya doğru gidecek diye düşünüyorum. Daha faydacı olmamız durumunda, kısa vadeli amaçlar tanımlamak değil, ama doğrudan Ankara’ya özgü olan şeyler üzerinden hareket ederek, bir belde yönetimi gibi, çok daha kolay sonuç alabiliriz, ama her halükârda bunların sürdürülebilir ipuçları olması zorunlu gibi geliyor bana; yani Oda Yönetimi tarafından takip edilen şeyler olması. Bunun içinde ulaşımın payı olabilir, alt parçaların dönüşümlerinin payı olabilir, Ulus gibi, Eski Sanayi gibi, Çakarlar’daki bu çevre yolu üzerindeki alanların tanımı gibi. Yeşilin payı olabilir, ama hepsinde meseleyi sonuçlandıran bir iradeye de ihtiyaç var gibi geliyor.

Teşekkür ederim.

METİN AYGÜN- Ben aslında Ali’nin söylediklerine katılıyorum. Düşüncelerimi Ankara ölçeğinde çok önemli bulduğum bir konu var, yani Ankara Ayrancı, Esat’ı, Seyran Bağları’nın bir kısmı, Kızılay’ın bir kısmı vesaire, çok ciddi bir dönüşüm ihtiyacı içerisinde. Bu artık hem oradaki yaşayan insanların, bu mekânlarda artık yaşlı insanlar yaşıyor, bir de binalar da yaşlandı ve binalarını tamir edemiyorlar, yani hem maddi olarak tamir edemiyorlar, işte bir kısmı badana-boya gibi birtakım yüzeysel tamirlerle geçiştiriyor. Mesela, burada çok ciddi olarak şeyler önerilmesi lazım, yani bir toplumsal proje olarak, o mekânlarda o insanların hem sosyal olarak pozisyonlarının tespit edilmesi ki, gerçekten çok yaşlı bir nüfus oturuyor. Benim annem, babam da Ayrancı’da oturuyorlar, hiçbir yere gitmek istemiyorlar, orada ölecekler herhalde. Komşuları falan var, hiçbir yere götüremiyoruz, yani o güzel apartman şeylerine götürmemiz mümkün değil, o mekândan ayrılmıyor. Dolayısıyla, benim işaret ettiğim nokta, katılım soyut bir şey değil şüphesiz, yani senin söylediğin şey Ali, bence çok doğru. Mezarlığı da dün yaşadım ben. Kunter Kunt, belki duymuşsunuzdur, benim bacanağım oluyor, onu defnettim ve bütün işlemleri yaptım ve inanılmaz bir şey, yani gerçekten Karşıyaka mezarlığı benim de mezarım olacaktı, hakikaten çok vahim bir durumda. Ama bütün bunların dönüşmesine karar verme süreçleri de çok önemli.

Burada koltuğumuzun altına bir proje alıp, belediye başkanına “gel bak, şurada şöyle bir sıkıntı var, gel bunu ancak böyle çözersin, projem de bu” falan gibisinden bir pratiğin hiçbir başarı şansı olamaz. Belki, olabilir, hani nasıl olur? Üzerine uçak kondurulmuş otel proje diskurunda bir yaklaşım olur. Onun için bizler, biraz önce söylediğim, kent merkezi ve daha önce 1930’lu yıllarda oluşmuş kent dokularının dönüştürülmesi konusunda gerçekten bizim bir senaryomuz olabilir, biz diyebiliriz ki biz bu Kat Mülkiyeti Kanununu -ki, bir tek muvafakatnameyle aşılan bir şeydir- yani kentli ikna edebilirsek, o zaman bir şeye başlayabiliriz. Kat Mülkiye Kanunu belki onu da değiştirecekler, gündemde, ama her türlü senaryoya bu kanun şeydir, bir duvar, Berlin Duvarı gibi karşınıza çıkar. Niye? Çünkü, bir toplumsal proje üretme iradesiyle siz mekâna geldiğiniz zaman, oraya çakılır kalırsınız, birisi der ki “ben istemiyorum” Ama o istemeyeni de ikna ederek, bu alanlarda altyapı olsun, sosyal alanlar olsun, diğer kentsel donatılar olsun… Mesela, Ayrancı, Esat, bugün artık aslında normal koşullarda oturulacak mekânlar olmaktan bence çıkmıştır. O eski Bankaevleri vesaire tamamen dökülüyor, ama buralarda yapılabilecek çok şey var. Yerel yönetimler ikna edilebilirse, belki sivil toplum örgütleri -Mimarlar Odası da bunun içindedir- dernekler olabilir, birtakım baskı grupları olabilir, biz bunları hayata geçirebiliriz, yani somuta basmayan önermelerin de hakikaten bir manası yok. Anlaşılabilmenin, bir şeyler yapabilmenin koşulu, gerçekle olan ilişkisini kurmak ve referansını koymak. Bu katılım meselesini ben o yüzden çok önemli görüyorum. Bu yeni oluşan alanlarda da benzer sıkıntılar var, yani Çayyolu’nda da büyük problem var. Batıkent uzunca yıllar, kötü inşaat, altyapı eksiklikleri yüzünden büyük sorunlar yaşadı ve sadece belediyenin ağzına bakan bir süreç yaşadı. Belki, orada birtakım örgütlenmeler gerçekleşseydi, Batıkent çok daha çabuk birtakım sorunlarını halledebilecekti. Mimarlar Odası gibi bir ortamda, benim anladığım, bu pratiklerin hayata geçirilmesine biz bir kurum olarak nasıl yardımcı olabiliriz, nasıl önayak olabiliriz? Sadece, “hakikaten Atatürk Orman Çiftliği yeşil bir alan olsun” önermesi bir şey ifade etmiyor, yani orada ne olması dair bizim somut önerilerimiz olması gerekiyor.

Bu süreç, tabii bu Ekimdeki bienalin bir altyapısını oluşturma şeyi olarak ben algıladım, yani bu tartışmaları en azından bienalde, hem bültende birtakım konular tartışılabilir, buradan o bienalin strüktürü oluşabilir, onun bir altyapısı ve bir hazırlık süreci yaşanabiliriz ve o bienal daha verimli bir çalışmaya dönüşebilir. Mesela, o bienalden senin söylediğin somut bazı önermeler çıkabilir. Öyle algılanıyor ki, “Mimarlar Odası ya da x derneği şuna karşı” Aynı sorun Papazın Bağı’nda da vardı. Karşıyız, ama önermemiz ne; bu önemli. Biz buna önayak olabilirsek, o zaman görevimizi yapmış olacağız. Kişisel olarak, mimar olarak, plancı olarak, kendi özel önermelerimiz olabilir, buna da benim itirazım yok, ama “Oda gibi bir örgütlenme acaba bu süreçlere nasıl katılabilir?” sorusuna da bizim cevap bulmamız gerekiyor.

SEDVAN TEBER- Tabii, aslında Emre’nin başındaki şeyinden beri bir sorun, yani ne kadar, nereye kadar, ne ayrıntıda, ne ölçekte ne önerilecek? Ben de bunda bir şey arıyorum. Hep aklıma, Mimarlar Odasının bana kalırsa, oldukça başarılı bir şeyi var; İstanbul için söylemiş olduğu, “köprüye hayır” Belki, slogan düzeyinde kaldı, ama o sırada o sloganın gerisinde, öylesine bir köprü yapımının, nasıl bir fiziki coğrafyası üzerinde etkileri olacağını da biraz şey oldu. Fakat bunu çok iyi satamadığı için Mimarlar Odası, hâlâ onun üzerine, “bak, onlar köprüyü istemediler, ikincisi, üçüncüsü yapıldı, ne güzel çalışıyormuş” gibi de, kendine yontan şeyleri var. Bunda da böyle şeyi olan, slogan düzeyinde kalmayan, ama genel doğruları ifade eden ve çok da özelinde şeyi söylemeyen, yani “şöyle yapılsın, böyle yapılsın, burasından da şu geçsin” filan gibi ifade etmeyen bir şeyler önermeli diye düşünüyorum. Orman Çiftliği üzerinde “yeşil kalmalı”nın ötesinde, ne olmalıdır? Yani o açık alan olur, ama bir sürü şekilde katılabilir. O nasıl katılmalıdır? Ulaşım mesela, hakikaten yapılan ulaşım hiç işe yaramayan bir şey gibi gözüküyor. Yoğunluk alanlarının dışında, boş alanları, kastettiğim metrolar ve ona benzer toplu taşımlar, onların nasıl olması icap ettiğine dair bir şey olabilir. Bu yayılmış, hepsi kendi içinde bile bir ünite oluşturmayan yerleşim alanları bir şekilde tekrar bütünleştirilebilir mi? Mesela, Ali’nin söylediği gibi, Boğaziçi’yle ilgili olarak, daha öncesinden bu çevre yolu olduğunda, gerçi çevre yolu hemen çok hızlı bir baskınla gerçekleşti; ama “bunun yanındaki, mücavirindeki alanlar nasıl bir şekilde kente katılacaktır, nasıl bir şeyleri olacaktır?” diye en azından bir şeyler yürütülmüş olabilirdi. Bu tür şeyler, herhalde genel başlıklarla, gene merkez meselesi var, tarihi alanları korumaları, ama bunları biraz böyle tam genel sloganın ötesinde, tam böyle şey de değil, ama “bunlar hangi ilkeler çerçevesinde ele alınmalıdır?” filan gibilerden, resmi fulü de olsa şeyi çeken, Ankara yerleşim bütününü çeken, batı koridoru ne demektir, nasıl desteklenmelidir? Mesela, böyle şeylerimiz var galiba, en azından benim için öyledir. Tek aksa, tek artere yığılı bir şey var. Bunların bir başka şeylere desteklenmesi, onların aranması gibi bir şey olabilir mi? Fakat böyle somut olabilecek şeyler. Bunlar içinde mezarlıklar falan da, kendi genel kategorilerinin içinde bahsedilebilir diye düşünüyorum. Sonunda böyle bir “somuta yönelik neler olabilir?” ona bir bakalım.

BAYKAN GÜNAY- Ben başı dertli bir adamım. Örneğin, ODTÜ’nün bu tek yolluluğa karşı çıkarak, yol önermiştim, dayak yemediğim adam kalmamıştı. Dolayısıyla, biraz daha tedirginim. Ama eğer onu aşmayı düşünülüyorsa, senaryo çok. Ben Ankara’da yeşil kuşak yerine, yeşil kama fikrini benimsemişimdir, çünkü kuşaklar boğar, ötekisi başka bir şeydir.

Bu çerçevede Orman Çiftliği konusunda bir örnek vereyim: Biz senaryolar ürettik, 1997 yılı falandı. Şehir Plancıları Odası benden şey istedi, öbür hafta, daha öbür hafta ileteceğim. Temel esprisi de, “Orman Çitliği’yle aracılığıyla kuzeyle güney arasında yeni köprüler yaratılabilir mi?” idi. Onlardan bir köprü var bugün. O Hayvanat Bahçesi’nden başlayıp, Sögütözü’nde biten böyle boncuklar var. Hayvanat Bahçesi, Merkez Lokantası, köfteciler, Marmara Oteli -çökerttiler, o da vardı- işte oradan gelip giden. “Acaba böyle iki tane daha şey üretilebilir mi?” diye bir soruydu bu. Çimento Fabrika’sıyla ODTÜ arasında daha teknik bir bağı belki kurulabilirdi. Onun daha ilerisinde Behiçbey, orada Çayyolu’yla birleşen daha kültürel, ama hepsinde de demiryolu istasyonlarını temel alan. “Çiftliğin arazisi nedir, bugün ne kullanılıyor, her birinde ne tür senaryolar üretilebilir?” gibi bir çalışmamız olmuş idi. Bu çiftlik sadece yeşil değil, yani şehrin, metropoliten alanın göbeğinde buğday tarlası olmaz, onun için bu bence manasız bir şeydir. Siz karar verin, ben daha belki üst düzeyde bir senaryo olması da gerektiğini hep düşünüyorum, inanıyorum; yani yoksa, Melih Gökçek’le başka türlü temas kurmak çok kolay değildir. Ama bu tür senaryolar üretilecekse, o zaman çok daha rahatsızınız galiba, eskisi gibi değilsiniz. Ben de, korkmadan başka bir sürü senaryoyu yazabilirim. Mesela, ODTÜ’nün 44 kilometrekare arazisi var. Ben kaç yıl dayak herkesten, orada her yaptığımız eylem için. Bence ODTÜ’nün son 10 yılda yaptığı en başarılı şey, Türkiye’de teknoparkları dürtmesi ve Ankara’da da en başarılısını kurmasıdır. Ama önümüzdeki en büyük engel, orman. Geldiler, “sen bunu devam ettiremezsin” dediler. Halbuki, Ankara’yı, entelijansiyayı tutmak istiyorsa, bunlarla tutabilir. Bilkent’e çok karşıydım, eskisi gibi değilim, çünkü üst düzeyde baktığım zaman, belirli bir entelijansiyayı Ankara’da tutuyor, çok net. Dolayısıyla, bir üst düzey senaryoya bağlı olarak bu tür şeyler tarif edilebilir.

SEDVAN TEBER- Gene tabii, özel şeylere girdiğimizi söyleyebiliriz; ama metro hakikaten eğer gidecekse, Balgat, Yüzüncü Yıl, Çiğdem Mahallesi, ODTÜ, Bilkent, Hacettepe… Bir de, çok uygun olan, boş alanlardan geçen demiryolunu -Orman Çiftliğinin içinden geçiyor- kentsel ulaşım şeyi olarak, ana omurgası belki… Ben ulaşıma çok önem veriyorum, çünkü bizim kentsel, kentlilerle şey yaptığımız ortam, ulaşımda geçen ortam, onlarla en çok orada karşılaşıyoruz. Böylesine bir demiryolu kentlileri taşırsa, birbirleriyle karşılaşma olanakları artar.

NURAY BAYRAKTAR- Ortama bir soru sormak istiyorum: Birtakım projeler üzerinden gitmek evet, olabilir. Bu zaten bir başka tartışmanın da konusu, orada o tartışma yapıldı ve sürecek de. Ama yine şöyle bir derdimiz yok mu bizim: Herhangi bir kentte de, mevcut sorunlar üzerinden giderek, birçok şey üretmek mümkün, birçok konuyu tartışmak mümkün. Ama konu Ankara olduğunda, acaba onlara dair biraz daha özel bir şeyler söylemek gerekmiyor mu? Ankara’nın kendine dair de bir şeyler üretmek gerekmiyor mu? Yani o üst dil hâlâ boş gibi geliyor bana. Gökçek bir senaryo üzerinden gidiyor aslında. Ne diyor? “Ankara bir turizm kenti olacak” diyor. Heykeller ve benzeri bir sürü proje bunun altlığını oluşturuyor. Bizim burada tartıştığımız projeler herhangi bir kente ait de olabilir, o kentteki ulaşım sorunu için başka şeyler de önerebilir. Ankara dediğimizde, üst dil olarak ne diyeceğiz? Mesela, bilim kenti Ankara mı, modern kent Ankara mı, ilkler kenti Ankara mı?

SEDVAN TEBER- Aslında bunlardan hepsinden olabilir.

NURAY BAYRAKTAR- Ama şöyle bir şey söylediğinizde, bunların hepsi olabilir mi, yani “Ankara sadece Anadolu’nun bir kenti, yüzünü çok fazla dünyaya dönmesin” gibi, yanlış anlamadım değil mi? Öyle bir şey söylediniz. “Türkiye’ye dönsün, daha mütevazı ölçekte, yerelle çok daha belki ilişkilenmesini yoğunlaştırsın” filan, değil mi? Ama bunu yapmak için de, Ankara’nın yine de bir öncü örnek role ihtiyacı var. Bu rol ne olacak?

SEDVAN TEBER- Mesela, böyle yaptığınız zaman, Melih Gökçek’in bilmem ne şeyi ortadan kalkıyor, çünkü bilmem kime turistik odak olmak şeyinde değil. Ben bir tek şunu istiyorum: Ankara yaşanacak bir yer olsun, birbirlerimizle karşılaşacaksak, yani doğru dürüst insanca karşılaşma imkânı olsun. Eğitimden söz ediyoruz, aslında eğitim demek okullarda demek değil, aslında eğitici olan kenttir, bizi talepkâr edecek odur. Bunlar, bir kenti, esas dediğimiz, benim anladığım anlamda, mümkün olduğu kadar kentlilerin, o kentin içinde yaşayanların karşılaşma imkânları olsun, birbirleriyle bir diyalog iyi ya da kurma imkânları olsun. Bizim yapacağımız da, fiziki alanı ve onun emenitizlerini, bunlar ulaşımdır falan, onları ona uygun şey yapalım. Mesela, şu şey söylenebilir: Dünyanın başka hiçbir yerinde yok, mesela şeye gittiğiniz zaman, Elysee Sarayı’nı göremezsiniz, nerededir? Kıytırık bir şeydir. Bir binadan ibarettir, parlamentoları, yani Fransa’dan, Paris’ten şey yapıyorum. Bir sürü şeyler, böyle küçücük birimlerdir. Ama bizde ODTÜ 44 kilometrekare, özellikle askeri alanlara baksanız, herhalde 100 küsuru geçiyor; Etimesgut’ları falan. Bu bir belediye başkanını aşan, fakat buradaki o büyük şeyleri kıran bir yapısının olması lazım. Yoksa, bunlar şehri, yani bir iki şehirmiş gibi, şeylerin ötesin atıyorlar. Biz, koca büyük dalgaların arasında şehir oluşturmaya çalışıyoruz.

NURAY BAYRAKTAR- Ankara’nın sivilleşmesi gibi bir problemimiz mi var?

SEDVAN TEBER- Evet, bunlar aynen öyle. Başkentliği biraz ona avantaj getirdiyse, çok büyük oranda da dezavantajlar getirmiştir. Kurumlara bahşedilmiş şeyler, onların Ankara’da yer tutup da, bir daha birilerine şeyinin vermemesi. Demin andığım gibi, kim yaptıysa onu, Eskişehir Yolu’nu o şeylerin arasından hangi beceriyle geçirdilerse, Ankara’nın tek sivil aksı o. AOÇ de, bugün bizde bir ideolojik olarak, “aman, kamu toprağıdır, yeşil kalsın” Hiçbir şeyin de yeşil falan kaldığı da yok. Gidiyor, ondan sonra farkına varıyor. Ben mesela, burada yaşadığımdan beri, kaç defa gittim ya da kaç defa gitmek ihtiyacını hissettim? Böyle sayılı. Burnumun dibinde bir açık alan var ve bana yönelik bir şey yok, arada sırada önünden geçerim.

ALİ CENGİZKAN- Ben bu ana başlıklarda ısrar edeceğim. Mesela, şu anda belki belli sonuçların o üst dile yansımasını sempozyum bildirgesine aktarmak lazım, yani enine boyuna tartışıldıktan, incelemesi yapıldıktan, mastır, doktora tezlerinin arasındaki bağlantılar kurulduktan sonra, böyle şeyleri söylemenin yararlı olacağını düşünüyorum. Daha baştan belli düzeyde paydaş olabileceğimiz ortakları kaybetme riski var, yani öyle düşünüyorum. Mesela, Melih Gökçek’in Ulus’ta yapmak istedikleri, aslında oranın 20 yıldır el değmemesiyle bağlantısı var ve bizim de suskun kalmamızla bağlantımız var. Bizim koltuğumuzun altında bir dosyamız olsa, oradaki rantların nasıl canlandırılacağı, Ulus’un Ankara içindeki yeni merkezi ya da değişen merkezlik gibi özelliği, böyle bir projeyle ortaya çıktığında hemen karşı duran bir sözümüz olabilecek, yani biz söz hakkımızı kaybediyoruz. Ama söz hakkı da, kentin doğrudan reel olarak yaşadıklarını daha içeriden gözlemekle elde edilebilen bir şey, yani öbür türlü çok daha böyle isimlendirmeyle belki ilgimiz oluyor. İsmin kuşkusuz ki, şey olmasını istiyoruz. Mesela, şöyle bir örnek de verebilirim: Belli bir dönemde, yani ismini söylemeye illa gerek yok, ama sosyal demokrat bir belediye döneminde yapılan şeylerin hepsi, eğitimle ilgili bir altyapı yatırımıdır, yani metro, halk ekmek, BEL-KO, patent pisti, yeni bir kent alanını yerleşmeye açmak, Batıkent gibi şeyler, hepsinin eğitimle bir ilgisi vardır. Vagona insanların gireceğini, bineceğini, dolayısıyla kırdan gelen insanın eğitilmesiyle ilgili paralel bir şeyler vardır, yani düşüncelerimizi daha bu kentin, evet kendine özgülüğünü anlayalım, ondan sonra sorunlarını da anlayarak, o sorunlara yanıt verdiğimizde, verme araçlarımız da zaten kendi kimliğimizi belirleyeceğiz. İlla sosyal demokrat olduğumuzu söylemeye ya da illa kentin kuruluşundaki cumhuriyetçi kimliğini yitirdiğini söylememize gerek yok. Duruşumuzun çok daha sağlıklı bir biçimde kendinizi net olarak ortaya koyacak diye hissediyorum. Baykan ağabey de parçasıydı, belki başka arkadaşlar da, sanıyorum 2001’di, Makine Mühendisleri Odasının düzenlediği bir Ankara kurultayı vardı. Ön hazırlıkları oldukça sağlıklı biçimde, oldukça farklı kesimleri bir araya getiren biçimde, öyle davranıldı, çok iyiydi. Tartışıldı, bir kitapçık oldu duruyor. O açıdan da, proje üretmek değil de, tabii ki gerekirse, öbür grupla birlikte proje de üretilir, ama projeyle nihayetlenebileceğini sezdiğim şeyler üzerinden gitmek daha yararlı olabilecek gibi geliyor. Bu andığım dönemde sosyal demokrat belediyenin yaptıklarının hiçbiri özgün değildi, hepsi hatırlamayla ilgili bir şeydi. Cumhuriyetin başlangıcında da denenenleri vardı. Nasıl bir belediye, sadece yol, su, elektrik, kaldırım filan değil de, sosyal hizmeti de götüren bir aktöre dönüşür? Geçmişte, Türkiye’nin, yani Ankara’nın kendi tarihinde bile vardı. Yeni bir şey keşfetmemiz de gerekmiyor demek istiyorum. Sadece uygun zamanda uygun sonuç alıcı somut öneriler haline getirmemiz yararlı olabilecek.

MEHMET TUNCER- Mimarlar Odası ve Plancılar Odası olarak sanırım, demin Emre hocanın da söylediği gibi, geçmiş belediye yönetimlerinin yaptıklarına, politikalarına, izledikleri uygulamalara bir bakmak lazım. Ta halkçı belediyeler dönemi, 1970’lerin başı, ondan öncesi arsa politikaları… Özet olarak bakılırsa, kentsel arsa politikaları, o dönemde nasıl kentsel arsa politikaları izlenmiş? Karayalçın döneminde bir Batıkent kamulaştırılmış ve kooperatiflere tahsis edilmiş, hatta daha önce kamulaştırılması yapıldı ve kooperatiflere tahsis edildi ve Karayalçın da onun başındaydı, Kent-Koop başındaydı. Ama Altınsoy geldi, Altınsoy zamanında kentsel arsa politikaları değişti, kamulaştırma ve tahsis değil Çayyolu’nda şey verildi, ama şirketler bağlamında uygulamalar yapıldı. Karayalçın’ın başlattığı bazı projeleri, yarım bırakıp gittiği projeleri Melih Gökçek bitirdi ve sahiplendi. Bunlar neler? Metro, Dikmen Vadisi, Ankaray, Portakal Çiçeği, AŞTİ, adam “hepsi benim” diyor. Halbuki, bunun ta öncesi Karayalçın’a, Karayalçın öncen Altınsoy dönemine dayanıyor. Bunu çok iyi biliyorum, o dönemde belediyede bir çalışmam var, o dönem belediyede çalıştım. Aslında kentsel politikalarda, belediyelerin izlediği politikalarda bir süreklilik var; ama başkanlar geldi mi, bunu kendilerine akıllıca mal etmenin yolunu da buluyorlar. Metroyu da kendi istekleri yönünde belki geliştiriyorlar ya da Dikmen Vadisi modelini, aslında güzel bir model, oradaki rantı, gecekonduları tasfiye edip, yeni birer daire vererek, kamulaştırma bedelinden kurtulmak iyi bir model, ama aşırı yapılaştırarak, o modeli aslında kendileri çürütüyorlar. Kentsel politikalar akılcı kullanılırsa doğru yönlere gidiyor; ama aşırı politik hırslarla ya da rant amacıyla kullanılırsa, Dikmen Vadisi, Portakal Çiçeği’nin geldiği noktaya doğru gidiyor ve korkarım, İmrahor Vadisi de -hiç bahsedilmedi- yakın bir gelecekte bir tehdit altında.

BAYKAN GÜNAY- Bir İngilizce plancı söyledi, yani “bu çevreyle ilgilenen ya da plancıların performansını biz nasıl ölçeriz?” diye bir soru sordu. “Biz plancıların performansını yaptığıyla ölçmeyiz. ‘Eğer plancı olmasaydı ne olur?’yu kafamızda canlandırıp, ona ölçeriz” dedi. Dolayısıyla, bunu ben hep önemsedim, yani plancıların olmadığı yerde Karşıyaka çıkıyor, çok daha sağlıksız, çok daha tehlikeli. Plancıların olduğu yerde de, işte bir şeyleri denetliyorlar, onu çok sağlıksız bulmuyorum. Örneğin, Ulus Projesinde Raci öldükten sonra geldiler, “sen müellifliği devam ettir, biz her konuda sana gelelim, hiç değilse nötr bir kişilik olarak oradan bize cevaz ver ya da verme” dediler. Rahmetli sistemi sağlam kurmuş. Orada birisi, 200 metrekare bir şey yapacaksa, bir cilt bir şey hazırlıyor. Tapu kaydından bilmem nesine, üç alternatif getiriyor. Biz tartışıyoruz, “olur” diyoruz, “olmaz” diyoruz falan, yani bir süreç başlatmış. Hatta sonunda Modern Çarşı’ya bile bulaştım. Bunları şey yapmanıza gerek yok, sadece sürece tasarımı açısından anlatıyorum. Önce geldiler, bizim orada bir hal çevresine bir proje alanı tarif etmişiz. Modern Çarşı’yı da öyle tutmuşuz, çünkü orada var. Geldiler, dediler ki “bu yandı, bu da şey olacak, bunu buraya katalım, yani öbür halle birlikte” Ben baktım, benim açımdan hiçbir mahzuru yok, hatta “bir de güzel yarışma yaparsanız, kentsel mekânda yeni iyi bir şey de çıkabilir” dedim. Onlardan bir gün sonra Timur beyden bir telefon, “Baykancığım esnaf seninle konuşmak istiyor” diye. Bu sefer bana esnaf geldi. Esnaf ATO’nun bastığı böyle bir Atatürk kitabıyla geldiler. Bunlar, şey esnafıymış, tıbbi malzeme satıyor. “Orada yangına karşı hiçbir tedbir yoktu, zaten berbat bir yerdi” dedim, yani onlar da kabul ediyor, “hocam, kamuoyuna yansımayan kaç yangın oldu” diyorlar. Sonunda “bu dediğin, bizi ona katman pek iyi olmamış”a getirdiler. Bir de, biliyorsunuz, vilayet orayı belediyeyi devretti, yani adam onu yıkıp yapsa, benim diyecek bir şeyim yok. Hatta bana statik raporu getirdiler, depremde takviye statikçi zeminde, bazı şeylerde, “bakın, benim yapacağım bir şey yok” dedim. Yapabileceğim tek şey, daha önceki iki model vardı. Modeller biliyorsunuz, Keklik Sokak, Dericiler miydi, Ali Osman’ın yaptığı? Orada hem mülk sahipleri, hem kullanıcılar devreye sokuldu, ben üç kere Altındağ Belediyesine gidip, anlattım. Hatta maket falan yapıldı, “bizim dükkân iyi yere gelmemiş” diyen oldu, “iyi, seni şuraya sıkıştırıverelim” filan dedik. Öyle bir şeyi yazdım belediyeye, dedim ki “bu insanlar da buranın şeyidir, yani tehlikeli olanları orada kalsın kimse bir şey diyemez, ama bu insanların temsilcilerini de bütün bu sürece katarsanız daha doğru olur” Bu da sürece dairlik aslında, bu da bir senaryo.

METİN AYGÜN- O da çok önemli değil mi hocam?

BAYKAN GÜNAY- Zaten onun için kabul ettim, “bana ne” diyemedim, çünkü Raci’nin vasiyeti.

Ben burada size senaryo derken, senaryo değildir, çünkü senaryo gerçek proje değildir; projeleri oluşturabilecek modeller kurgulamaktır diye düşünüyorum. Tamam, sonrası da şu, onu da söyleyeyim, demin plancının deyimi: Ben 1975-80 arasında Güney Antalya’da çalıştım. Bizim yaklaşık o zamanki vizyonumuz, Türkiye’de yatak kapasitesinin daha 35 bin olduğu dönemde, Danimarkalı gelmiş, “80 bin” demiş, bize çok geldi, dedik ki “25 bin” Sonra gene 80 bin oldu. Ben artık bunun ağlamıyorum, bu bizim yaşacağımız süreçler, yani burada öyle. O zaman demin dediğim, “hiçbir şey demeyelim, hiçbir kurmayalım”a geliyor, o en kolayı. Ben Kemer’de büyük fırça yedim, gene mimarlardan yedim fırçayı. Türkiye’de ilk defa mülk sahiplerini bir araya getirerek, Kemer’in kıyısında bir şey yaptım, yani “siz tek tek yaparsanız, burası berbat oluyor” dedik. 10 metreye 200 metrelik parsellerde tek tek binalar oluyordu. Bunları zorla bir araya getirdik, ama öbür tarafı bilmediği için kimse, ona bile bir sürü laf geldi, “Kemer’i bok ettiniz” dediler. Ben gidip bakıyorum, Türkiye’nin bence, en iyi kıyı kasabası, ben öyle görüyorum. Başkası başka türlü görebilir. Tek portico’su, bilmem kaç kilometre portico’su olan tek kent.

Mültecilerin önü hukuken mevzuat açısından şeyi var mı?

BAYKAN GÜNAY- Yok. Dün bunu bir tezde tartıştık, mesela depremde de hep mülk sahipleri tartışılıyor, kiracıyı kimse tartışmıyor. Halbuki, bundan zarar görenlerin yüzde 50’si kiracı; ama kime para veriliyor? Mülk sahibine veriliyor, kiracı gene güme gidiyor. Öyle bir yasal çerçeve yok, bu iyi niyete kalmış. Bunu aslında, Murat, Melih ve Ömer Kıral bütün yasal çerçeveye ilişkin bir belge hazırlıyorlar, bu konuda üçü bayağı ciddi çalışıyor, bütün bunları onlar tartışıyor. Mülkiyet şeyine göre, kiracılık zilyetliktir, bir haktır. Tam sahibi olmasa bile, kullanımdan doğan bir hakkı vardır.

GÜLNUR GÜVENÇ- Ben bir şey söyleyeceğim: Hal’le ilgili nasıl bir proje var?

BAYKAN GÜNAY- Bilmiyorum, yani orada biz ta 15 yıl önce demişiz ki, yani orası böyle kalmaz aslında. Ama bu kararları ürettiğimizin yılı 1988 yılıydı, bugün neredeyse 20 yıla yaklaşıyor. Paris’te de işte haller bölgesini yenilediler, herkes de mutlu oldu. Sonuç olarak, ödüller bile kazandı sanıyorum. Dünyanın büyük mimarlarının yarıştığı bir arena haline geldi. Burada ben Modern Çarşı’yı da bunun içine katmakta hiçbir mahzur görmedim.

METİN AYGÜN- Bu plancılık, mimarlık, yani bir tür böyle bir mehdi modunda yapılması gereken meslekler değil bunlar. Bizim de böyle bir şeyleri söylerken ya da bir konuya el attığımızda, biraz daha mütevazı, biz de o kentin yaşayan unsurlar, ama belki birtakım olayların daha ayırdındayız, o şüphesiz. Onu paylaşarak, ikna ederek, isterse bu idare olsun, iktidar olsun, isterse yaşayanlar olsun, yani o pratikleri hayata geçirmemiz lazım. Mimarlar Odası da o süreçlerde belki onun bu katkısını koyabilir. Bir müellifle oradaki esnafın karşı karşıya gelmesi, sizin anlattığınız çok çarpıcı bir örnek. Hakikaten kente dair bir şeyse, bir evin salonuna dair değil de, parke mi olacak ya da taş mı olacak, onu bir müellif kendi şeyiyle konuşabilir, ama bir kente dair bir şeyse, orada başka insanlar da o konuda fikir üretebilmeli. Mimarlar Odası da buna önayak olabilmeli, yani bunu yapabiliyorsa, görevli yapmış demektir.

BAYKAN GÜNAY- Büyükşehir Belediyesi Yarışmasında çok önemli bir hata yaptık. Son gün, “Melih beyi de çağıralım, hani bir görüşünü soralım” dediler, “lüzum yok” dedi bizim uzun mimar var ya. Seçtiler, adam geldi baktı, “ben bunu yapmam” dedi, iş bitti. “Bu kadar büyük binayı, yüksek binayı çalıştıramam, niye bunu seçtiniz?” dedi. Adama ben bile hak verdim, çünkü benim seçtiğim de o değildi. (Gülüşmeler) İkinci olan daha mantıklıydı, ama bir mühendis oyuyla, -benim oy hakkım yoktu- onu seçtik.

NURAY BAYRAKTAR- Ben hepinize Yayın Komisyonu adına çok teşekkür ediyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder