TÜRKİYE’DE ÇEVRE SORUNLARI
KRONOLOJİK BİR DEĞERLENDİRME
A. SAFFET ATİK
Y. Şehir ve Bölge Plancısı
Nüfusu 9 milyonu aşan İstanbul’da, Avrupa’da bulunan 5 bin bitki türünden 2 bin’inin bulunduğu gözetilirse, yaşadığı tüm olumsuzluklara karşın bu anakentin hala nasıl bir biyolojik zenginliğe sahip olduğu ortaya çıkmaz mı?
Hele Türkiye’nin, bu beş bin türden 3 bin’ine ev sahipliği yaptığı düşünülürse, anılan zenginliğin boyutları daha da büyümez mi?
Tüm acımasız yakıp yıkmalara karşın Avrupa’nın en büyük orman alanlarının yine de Türkiye’de olduğunu hiç unutmamak gerekiyor. Avrupa’nın üç önemli langozundan (su altı ormanı/su basan orman) ikisinin, yani Kıyıköy (Kırklareli) ve Bafra Balık Gölleri (Samsun) sulak alanları ve ormanlarının da, yine bu ülkede yer aldığını ve bunların bir gen bankası gibi işlev gördüğünü de.
Biyolojik çeşitlilik ve zenginliğin yanı sıra, olağanüstü bir kültürel birikim ve çeşitlilik, bu doğal tabloyu tamamlıyor ve çevresel ve kültürel duyarlı çevre ortamı bu ülkeyi örtüyor.
Madalyonun öbür yüzünde ise, bu birikimi hiçe sayan ve yok eden davranışlar resimleniyor. Sözü edilen orman alanlarından yılda 6.7 milyon ağaç ısınma amacı ile kaçak kesiliyor. Ormansızlık nedeni ile her yıl yaklaşık bir milyar ton toprak sularla akıyor.
Ülkenin hemen tüm yerleşmeleri, ister kırsal olsun, ister kentsel altyapıdan yoksun ve insanlar sağlıksız ortamlarda yaşıyorlar.
Nitekim, 1990’lı yıllar sona ermekte iken, Türk kentlerinde son derece ciddi altyapı yetersizlikleri bulunmaktadır. İller Bankası’nın yaptığı bir araştırmaya göre; sağlıklı bir kanalizasyon şebekesine bağlı kentsel nüfusun oranı 1996 yılında sadece % 23’dür. Arıtılabilen atık suyun kanalize edilmiş atıksuya oranı daha da düşük olup, % 19’dur. Katı atığın giderilmesinde durum, eski bir deyimle vahimdir. Habitat II kapsamında derlenen verilere göre; Kentsel nüfusun ürettiği çöplerin sadece % 2’si sağlıklı olarak bertaraf edilmekte, çöplerin % 98’i vahşi depolamaya gönderilmektedir.
Olumlu yada olumsuz küçük örnekleri verilen çevre koşulları ve sorunlarına Türkiye nasıl yaklaştı ? Ülke bu duyarlılığı gündemine nasıl aldı ? Etkili çözümler yada koruma programları uygulayabildi mi?
Bu soruya olumlu yanıt vermek gerçekten güç, her şeyden önce parçacı ve sektörel çözüm aramalar gündeme gelmekle birlikte, geniş kapsamlı ve bilinçli bir çevre koruma ve onarımı programı hiç bir zaman oluşturulamamış durumda.
Kimilerine göre, cumhuriyet döneminde ilk bilinçli çevre koruma, ormanlarla ilgili olarak Orman Genel Müdürlüğü sonra da Orman Bakanlığı çalışmaları ile başlatılmıştır. Özellikle Milli Parklar ve onu takiben farklı isim ve statüdeki doğa yada yaban hayatı koruma alanları, ilk kurumsal koruma çabaları olarak değerlendirilebilir.
Konunun altyapı alt başlığı altında ise 1930’larda kurulan Belediyeler Bankası, daha sonraki adı ile İller Bankası yer almaktadır. Banka, yerleşmelere altyapı sağlayarak, çevre üzerindeki olumsuzlukları en aza indirmeyi hedeflemiştir.
Bu kurumsal yapıya kuşkusuz yükümlülükleri itibarı ile yerel yönetimleri, yasal düzenlemeler bağlamında da, Belediye Yasası’nı Umumi Hıfzısıhha Yasası’nı ve Kıyı Yasası ile diğerlerini de eklemek gerekiyor.
Gerçekten de, günümüzde çevre sorunları ile ilgili hayli karmaşık ve çok sayıda yasal düzenleme bulunmaktadır. Çevreye atıfta bulunan ve halen yürürlükteki yasa adedi 17’dir. Bir o kadar da kurum, çevre ile ilgili çalışmaları yürütmektedir.
Öte yandan, Kültürel kimlik ve mirasın koruması için ise Kültür Bakanlığı yükümlülük üstlenmiştir. Özellikle Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü kültürel ve doğal envanterin korunması, onarılması ve kullanılması konularında çalışmalar yapmaktadır. Bununla birlikte; doğal alanların ve doğal sit bölgelerinin; Kültür Bakanlığı bünyesinde ve ağırlıklı olarak kültürel mirası korumakla görevli bir yapılanma içinde hangi yetkinlik ve etkinlikle korunabileceği sorgulanabilir.
Çevre sorunları, ister doğal ister kültürel miras bağlamında olsun, 1950 li ve özellikle de 1970 lı yıllardan sonra sanayileşme ve kentleşme sürecinin hızlanması ile ağırlaşmıştır. Hatta bunlar, belirli kesimlerde özellikle büyük kentlerde ve sanayi bölgelerinde kriz haline dönüşmüştür.
Bununla birlikte; kurumsal yapıdaki örgütlenmeler ve gerekli yasal düzenlemeler, beraberinde getirdiği tüm yetersizliklerle birlikte, ancak 1980 li yılların ortalarına doğru gündeme gelebilmiştir.
Örneğin, Çevre Yasası 1983’de yürürlüğe girmiştir. Ekolojik ve doğal güzellikler açısından özgün nitelikler taşıyan bölgelerin yönetiminden sorumlu Özel Çevre Koruma Kurumu 1980 lerin ikinci yarısında kurulmuştur. 1991 yılında ise çevreden sorumlu bir bakanlık oluşturulmuştur.
Giderek yoğunlaşan çevre sorunları sonuçta yeni düzenlemeleri gerektirmiş ve örneğin Çevre Etki Değerlendirmesi (ÇED) uygulamaları 1993 yılından itibaren, ne kadar yapılabiliyorsa o kadarı ile, yapılmaya başlanmıştır.
Örgütsel ve yasal tüm bu düzenlemelere karşın, günümüz Türkiye’sinde çevre konusunda kapsamlı ve etkili bir çalışma yapıldığını söylemek olası değildir. Her şeyden önce; merkezi hükümet bağlamında konunun sahibi Çevre Bakanlığı’nın; gerek yasal ve gerekse parasal olarak yaptırım ve yatırım gücü gerçekten sınırlıdır. Yerel yönetimlerde ise yukarıdaki eksikliklere insan gücü yetersizlikleri de eklenmektedir.
Öte yandan, hem merkezi ve hem de yerel yönetimlerin populist, günü kurtaran ve göstermelik uygulamaları duyarlı çevrelerin tahribini daha da hızlandırmıştır.
Bir ara değerlendirme yapmak gerekirse, çevre sorunları ülke gündemine sorun kriz haline dönüşünce ve önemli gecikmelerle ile gelebilmiştir. Bu gecikmenin en az 25 yıl olduğu söylenebilir.
Çevre sorunlarını irdelerken üzerinde durulmaya değer iki nokta ortaya çıkmaktadır.
Bunlardan ilki, doğal ve kültürel birikimi bu kadar yüksek olan bir ülkede, kapsamlı çevre programlarının, ülke gündemine yerel inisiyatif ile değil ve fakat dış kaynaklı ve güdümlü projelerle gelmiş olmasıdır. Örneğin, 1990’lı yılların hemen başında yapılan o günkü adı ile Güneybatı Anadolu Çevre Projesi Dünya Bankası’nca finanse edilmiştir. Uzantısı olarak Antalya Çevre Projesi ve daha sonra da Marmaris ve Çeşme Projeleri de aynı Banka tarafından desteklenmiştir. Benzer biçimde, 1990 lı yılların ortalarında Köyceğiz/Dalyan Çevre Projesi bir Alman kredi kuruluşu tarafından oluşturulmuş ve hibe biçiminde finanse edilmiştir. Nihayet, son olarak Devlet Planlama Teşkilat tarafından gerçekleştirilen Ulusal Çevre Stratejisi ve Eylem Planı da Dünya Bankası finansmanıyla sağlanmıştır.
Günümüz dünya konjonktürü, çevre korunması, onarımı ve yönetimi ağırlıklı proje ve uygulamalara daha fazla yer vermektedir. Örneğin, yukarıda anılan Ulusal Çevre Eylem Planı’na göre; Türkiye’nin 1997 yılı itibarı ile imzaladığı ve taahhüt altına girdiği uluslararası çevresel sözleşme adedi 38, ikili anlaşma adedi 15, imzaladığı bildirge adedi ise 29’dur.
Bununla birlikte, bu taahhütlerin yerine getirilmesi ve bildirgelerde yer alan hususların gerçekleştirilmesi için neler yapıldığı ve özellikle gerek merkezi ve gerekse yerel yönetimlerin bir aidiyet duygusu ile ve bilinçli olarak hangi sorunları çözdüğü sorgulanmalıdır. Bu bağlamda; Türkiye’nin neleri yaptığı ve neleri yapmadığı bir başka yazının ilginç içeriğini oluşturabilir.
Özellikle batı dünyasının çevre projelerine verdiği önem ve desteği farklı bakış açıları değerlendirmek ve anlamak kolaydır. Hatta bunu bir anlamda günah çıkarmak olarak bile algılamak olanaklıdır. Zor anlaşılır taraf, bu denli çevresel duyarlılığı yüksek bir ülkede; kamu kesiminin vurdum duymazlığı, inisiyatif kullanımında ve öncelik vermedeki çekingenlik ve yetersizliğidir.
İkinci önemli nokta, tüm bu olumsuzlukları bir ölçüde gideren ve yüreklere su serpen bir gelişme olarak, Sivil Toplum Örgütlerinin varlıkları ve aldıkları tavırdır.
Türkiye’nin hemen tüm kesimlerinde çevresel sorunları inceleyen, olumsuzlukları sergileyen ve hatta çözüm önerileri geliştiren çok sayıda gönüllü kuruluş bulunmaktadır. Bunlardan, kimileri Ülke düzeyinde örgütlenmiş iken, çok önemli bir kısmı yerel kozalar olarak faaliyetlerini sürdürmektedir. Bazen azarlansalar da, bu ikinci grup çevresine sahip çıkmakta ve onlara rağmen pek kolay bir şey yapılamamaktadır.
Yerel inisiyatif kullanımı ve yerinden yönetim gibi çağdaş yönetişimin de öncüsü olan bu sivil örgütlenmeden çok şey beklenmelidir. Kanımca bunların başında, kamu kesiminin bilinçlendirilmesi ve sorumluluklarının hatırlatılması gelmektedir. Çevrede yaşayanlara bireysel olarak, “Çevre Hakkı”na sahip olduklarının anlatılması gönüllülerden beklenen bir diğer ana görev olmalıdır.
Kamu kesimi ancak hatırlatmalar ile çevre konusunda çağdaş bir “Çevre Yönetimi”ne geçebilecektir.
Çevre Hakkı’nı sahiplenen bir birey ise zaten çevre bilicini kazanmış demektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder