Bu Blogda Ara

14 Aralık 2010 Salı

TÜRKİYE’DE ÇEVRE SORUNLARI KRONOLOJİK BİR DEĞERLENDİRME



TÜRKİYE’DE ÇEVRE SORUNLARI
KRONOLOJİK BİR DEĞERLENDİRME

A. SAFFET ATİK
Y. Şehir ve Bölge Plancısı

Nüfusu 9  milyonu aşan İstanbul’da,  Avrupa’da bulunan 5 bin  bitki türünden  2 bin’inin bulunduğu gözetilirse,  yaşadığı tüm olumsuzluklara karşın bu anakentin   hala nasıl bir biyolojik zenginliğe sahip olduğu ortaya çıkmaz mı?

Hele Türkiye’nin, bu beş bin türden 3 bin’ine ev sahipliği yaptığı düşünülürse, anılan zenginliğin boyutları daha da büyümez mi?

Tüm acımasız yakıp yıkmalara karşın Avrupa’nın en büyük orman alanlarının yine de Türkiye’de olduğunu hiç unutmamak gerekiyor.  Avrupa’nın üç önemli langozundan (su altı ormanı/su basan orman) ikisinin, yani Kıyıköy (Kırklareli)  ve Bafra Balık Gölleri (Samsun) sulak alanları ve ormanlarının da, yine bu ülkede yer aldığını ve bunların bir gen bankası gibi işlev gördüğünü de. 

Biyolojik çeşitlilik ve zenginliğin yanı sıra, olağanüstü bir kültürel birikim ve çeşitlilik,  bu doğal tabloyu  tamamlıyor ve çevresel ve kültürel duyarlı çevre ortamı bu ülkeyi örtüyor.

Madalyonun öbür yüzünde ise,  bu birikimi hiçe sayan ve yok eden davranışlar resimleniyor. Sözü edilen orman alanlarından yılda 6.7 milyon ağaç ısınma amacı ile kaçak kesiliyor.  Ormansızlık nedeni ile  her yıl yaklaşık bir milyar ton toprak  sularla akıyor.

Ülkenin hemen tüm yerleşmeleri, ister kırsal olsun, ister kentsel altyapıdan yoksun  ve insanlar sağlıksız ortamlarda yaşıyorlar.  

Nitekim, 1990’lı yıllar sona ermekte iken, Türk kentlerinde son derece ciddi altyapı yetersizlikleri bulunmaktadır.  İller Bankası’nın yaptığı bir araştırmaya göre; sağlıklı bir  kanalizasyon  şebekesine  bağlı  kentsel  nüfusun  oranı 1996  yılında  sadece  % 23’dür.  Arıtılabilen atık suyun kanalize edilmiş atıksuya oranı  daha da düşük olup, % 19’dur.     Katı atığın giderilmesinde durum, eski bir deyimle vahimdir. Habitat II kapsamında derlenen verilere göre;  Kentsel nüfusun ürettiği çöplerin sadece % 2’si sağlıklı olarak bertaraf edilmekte, çöplerin % 98’i vahşi depolamaya gönderilmektedir.

Olumlu yada olumsuz küçük örnekleri verilen çevre koşulları ve sorunlarına Türkiye nasıl yaklaştı  ?  Ülke bu duyarlılığı gündemine nasıl aldı ?  Etkili çözümler yada koruma programları uygulayabildi mi?

Bu soruya olumlu yanıt vermek gerçekten güç,  her şeyden önce parçacı ve sektörel çözüm aramalar gündeme gelmekle birlikte,  geniş kapsamlı ve bilinçli bir  çevre koruma ve onarımı programı hiç bir zaman  oluşturulamamış durumda.

Kimilerine göre,  cumhuriyet döneminde ilk bilinçli çevre koruma,   ormanlarla  ilgili olarak Orman Genel Müdürlüğü   sonra da Orman Bakanlığı  çalışmaları ile  başlatılmıştır.  Özellikle Milli Parklar ve onu takiben farklı isim ve statüdeki doğa yada yaban hayatı koruma alanları,  ilk kurumsal koruma çabaları olarak değerlendirilebilir. 

Konunun altyapı alt başlığı altında ise  1930’larda kurulan Belediyeler Bankası, daha sonraki adı ile İller Bankası yer almaktadır. Banka,  yerleşmelere altyapı  sağlayarak,   çevre üzerindeki olumsuzlukları en aza indirmeyi hedeflemiştir.

Bu kurumsal yapıya kuşkusuz yükümlülükleri itibarı ile yerel yönetimleri, yasal düzenlemeler bağlamında da,  Belediye Yasası’nı  Umumi Hıfzısıhha Yasası’nı ve Kıyı Yasası ile diğerlerini de   eklemek gerekiyor. 

Gerçekten de, günümüzde çevre sorunları ile ilgili hayli karmaşık ve çok sayıda yasal düzenleme bulunmaktadır. Çevreye atıfta bulunan ve halen yürürlükteki  yasa adedi 17’dir. Bir o kadar da  kurum,  çevre ile ilgili çalışmaları yürütmektedir.    

Öte yandan, Kültürel kimlik ve mirasın koruması için ise Kültür Bakanlığı  yükümlülük üstlenmiştir.  Özellikle Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Genel  Müdürlüğü  kültürel ve doğal envanterin korunması,  onarılması ve kullanılması konularında çalışmalar yapmaktadır. Bununla birlikte; doğal alanların ve doğal sit bölgelerinin; Kültür Bakanlığı bünyesinde ve ağırlıklı olarak  kültürel mirası korumakla görevli bir yapılanma içinde hangi yetkinlik ve etkinlikle korunabileceği  sorgulanabilir.

Çevre sorunları, ister doğal ister kültürel miras bağlamında olsun, 1950 li ve özellikle de 1970 lı yıllardan sonra sanayileşme  ve kentleşme sürecinin hızlanması ile ağırlaşmıştır. Hatta bunlar, belirli kesimlerde özellikle büyük kentlerde ve sanayi  bölgelerinde kriz haline dönüşmüştür.

Bununla birlikte;  kurumsal yapıdaki  örgütlenmeler ve gerekli yasal düzenlemeler,  beraberinde getirdiği tüm yetersizliklerle birlikte,  ancak 1980 li yılların ortalarına doğru gündeme gelebilmiştir. 

Örneğin,  Çevre Yasası 1983’de yürürlüğe girmiştir. Ekolojik ve doğal güzellikler açısından özgün nitelikler taşıyan bölgelerin yönetiminden sorumlu Özel Çevre Koruma Kurumu  1980 lerin ikinci yarısında kurulmuştur.  1991 yılında ise   çevreden sorumlu bir bakanlık oluşturulmuştur.  

Giderek  yoğunlaşan çevre sorunları sonuçta yeni düzenlemeleri gerektirmiş ve örneğin Çevre Etki Değerlendirmesi (ÇED) uygulamaları 1993 yılından itibaren, ne kadar yapılabiliyorsa o kadarı ile,  yapılmaya  başlanmıştır. 

Örgütsel ve yasal tüm bu düzenlemelere karşın, günümüz Türkiye’sinde  çevre konusunda kapsamlı ve etkili bir çalışma yapıldığını söylemek olası değildir. Her şeyden önce;  merkezi hükümet bağlamında konunun sahibi Çevre Bakanlığı’nın; gerek yasal ve gerekse parasal olarak yaptırım ve yatırım gücü gerçekten sınırlıdır.  Yerel yönetimlerde  ise yukarıdaki eksikliklere insan gücü yetersizlikleri de eklenmektedir.

Öte yandan, hem merkezi ve hem de yerel yönetimlerin  populist, günü kurtaran ve göstermelik  uygulamaları duyarlı çevrelerin  tahribini daha da hızlandırmıştır.

Bir ara değerlendirme yapmak gerekirse,  çevre sorunları ülke  gündemine  sorun kriz haline dönüşünce ve önemli gecikmelerle  ile gelebilmiştir.  Bu gecikmenin  en az  25 yıl olduğu söylenebilir.  

Çevre sorunlarını irdelerken üzerinde durulmaya değer iki nokta ortaya çıkmaktadır. 

Bunlardan  ilki,  doğal ve kültürel birikimi bu kadar yüksek olan bir ülkede,  kapsamlı çevre programlarının, ülke gündemine yerel inisiyatif ile değil ve fakat dış kaynaklı ve güdümlü projelerle gelmiş olmasıdır.    Örneğin, 1990’lı yılların hemen başında yapılan o günkü adı ile Güneybatı Anadolu Çevre Projesi Dünya Bankası’nca finanse edilmiştir. Uzantısı olarak Antalya Çevre Projesi ve daha sonra da Marmaris ve  Çeşme Projeleri de aynı Banka tarafından desteklenmiştir. Benzer biçimde, 1990 lı yılların ortalarında Köyceğiz/Dalyan Çevre Projesi bir Alman kredi kuruluşu  tarafından oluşturulmuş ve hibe biçiminde finanse edilmiştir. Nihayet, son olarak  Devlet Planlama Teşkilat tarafından gerçekleştirilen Ulusal Çevre Stratejisi ve Eylem Planı da Dünya Bankası finansmanıyla  sağlanmıştır.  

Günümüz dünya konjonktürü, çevre korunması, onarımı ve yönetimi ağırlıklı  proje ve uygulamalara  daha fazla yer vermektedir.  Örneğin, yukarıda anılan Ulusal Çevre Eylem Planı’na göre; Türkiye’nin 1997 yılı itibarı ile imzaladığı ve  taahhüt altına girdiği uluslararası çevresel sözleşme adedi 38, ikili anlaşma adedi 15, imzaladığı bildirge adedi ise 29’dur.

Bununla birlikte, bu taahhütlerin yerine getirilmesi ve bildirgelerde yer alan hususların gerçekleştirilmesi için  neler yapıldığı ve özellikle gerek merkezi ve gerekse yerel yönetimlerin bir aidiyet duygusu ile ve bilinçli olarak hangi sorunları çözdüğü sorgulanmalıdır. Bu bağlamda;  Türkiye’nin neleri yaptığı ve neleri yapmadığı bir başka yazının  ilginç  içeriğini oluşturabilir.

Özellikle batı dünyasının çevre projelerine verdiği önem ve desteği farklı bakış açıları değerlendirmek ve anlamak kolaydır.  Hatta bunu  bir anlamda günah çıkarmak  olarak bile  algılamak olanaklıdır.  Zor anlaşılır taraf,  bu denli çevresel duyarlılığı yüksek bir ülkede; kamu kesiminin vurdum duymazlığı, inisiyatif kullanımında ve öncelik vermedeki  çekingenlik ve yetersizliğidir.

İkinci önemli nokta,  tüm bu olumsuzlukları bir ölçüde gideren ve yüreklere su serpen bir gelişme olarak,  Sivil Toplum Örgütlerinin varlıkları ve  aldıkları tavırdır.

Türkiye’nin hemen tüm kesimlerinde çevresel sorunları inceleyen,  olumsuzlukları sergileyen ve hatta çözüm   önerileri geliştiren çok sayıda gönüllü kuruluş bulunmaktadır.  Bunlardan,  kimileri   Ülke düzeyinde  örgütlenmiş iken, çok önemli bir kısmı yerel kozalar olarak  faaliyetlerini sürdürmektedir.  Bazen  azarlansalar da, bu ikinci grup  çevresine sahip çıkmakta ve onlara rağmen pek kolay bir şey yapılamamaktadır.

Yerel inisiyatif kullanımı ve  yerinden yönetim gibi çağdaş yönetişimin de öncüsü olan  bu sivil örgütlenmeden çok şey beklenmelidir. Kanımca bunların başında,  kamu kesiminin bilinçlendirilmesi ve sorumluluklarının hatırlatılması  gelmektedir.  Çevrede yaşayanlara bireysel olarak, “Çevre Hakkı”na  sahip olduklarının anlatılması gönüllülerden beklenen bir diğer ana görev olmalıdır.

Kamu kesimi ancak  hatırlatmalar ile çevre konusunda çağdaş bir “Çevre  Yönetimi”ne geçebilecektir.

Çevre Hakkı’nı sahiplenen bir birey ise zaten çevre bilicini kazanmış demektir.   

  


 































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder